Sorting by

×
GüncelTarım

Ekonomik ve ekolojik krizden agroekoloji ve gıda egemenliği ile çıkarız

Tayfun ÖZKAYA
Ekolojik Kriz ve Tarım

20. yüzyıl ortalarından itibaren hayvansal ürünleri işleyen büyük şirketlerin de etkileri ile hayvansal üretim, bitkisel üretimden kopmaya başladı. Hayvansal üretim meralardan koparılarak kesif yem kullanımına dönük bir hâl aldı ve hayvanlar kapalı ve sıkıştırılmış binalarda beslenmeye başlandı. Bu fabrika tarımı (factory farming) şeklinde adlandırıldı. Gübre ve idrar havuzlarda toplandı. Kimi yerlerde ise nehirlere boşaltıldı. Gübreyi bitkisel üretime ulaştırmak ekonomik olmamaya başladı. Diğer yandan hayvancılık işletmeleri bitkisel üretimden koparılınca nöbetleşmeye giren yem bitkileri ve baklagiller yetiştirmek gereksizleşti. Bunun bitkisel üretim üzerindeki etkileri yıkıcı oldu. Tek ürün (monokültür) sistemi yoğunlaştı. Bu varılan son durumda tarım sistemi artık endüstriyel tarım (industrial agriculture) olarak adlandırılmaya başladı.

Bu gelişmeler şüphesiz dünyanın her yerinde homojen olarak oluşmamıştır ve değişim hâlâ devam etmektedir. Endüstriyel tarımın yarattığı sonuçlar olumsuz olmuştur. Kimyasal gübre üretmek, taşımak ve uygulamak için büyük bir enerji kullanılmaktadır. Kimyasal gübre ve ilaçlar büyük bir çevre kirliliği yaratmıştır. Sular kirlenmiştir. Kentlerde kanalizasyonlar büyük bir çevre kirliliği yaratmaktadır. Daha önceleri hayvan yemi veya gübre olarak kullanılan mutfak atıkları vb. organik maddeler bu defa patlayıcı bir kirlilik kaynağı olmuştur. Toprak organik maddece fakirleşmiş, kimyasal gübreler topraktaki faydalı mikro organizmaları öldürmüş, bu ise zararlı organizmaların hâkim olmasını kolaylaştırmıştır. Kimyasal gübreler ayrıca yüksek düzeyde sera gazı üreterek küresel iklim değişikliğine katkıda bulunmuştur. Kimyasal gübrelerle otlar daha hızlı gelişmiş, bu defa bunları öldürmek için herbisitlere (ot öldürücülere) ihtiyaç artmıştır. Tohum şirketlerinin de etkisi ile biyoçeşitlilik azalmıştır. Bunların birleşik etkisi ile bitki hastalık ve zararlıları çoğalmış, bu defa tarım ilaçları kullanımı artmıştır. Süreç kendi kendini besleyen bir kısır döngü halini almıştır. Biyoçeşitliliğin de kaybı ve azalması ile bitkisel ürünlerin besleyici özellikleri azalmıştır. Hayvanların kapalı ve sıkıştırılmış ortamlarda yetiştirilmeleri antibiyotik kullanımının artması ile sonuçlanmış, bu da insan sağlığı üzerine olumsuz etkilerde bulunmuştur. Hayvancılıkta da biyoçeşitliliğin azalması insanlar için corona vb. zararlı mikropların oluşması ve hızlı yayılması için uygun bir ortam yaratmıştır. (Özkaya, 2015 ve Wallace, 2021)

Azotlu gübrelerin arz zincirinde ortaya çıkan sera gazları düzeyi oldukça yüksek bir düzeydedir. Örneğin bu alanda ortaya çıkan sera gazı emisyonu 2018 yılı itibariyle ticari havacılık da ortaya çıkan emisyonun 1,39 katıdır. (IATP vd., 2021 ve ICTT, 2020)

Bugün tarım alanlarında kullanılan kimyasal gübrelerin sadece %20-30’u ürüne dönüşmektedir. (Billen vd., 2013) Geri kalanı sularla yıkanıp çevreye bir kirletici olarak katılmaktadır. Bu kimyasal gübreler sadece küresel iklim krizini derinleştirmemekte, aynı zamanda ozon tabakasını tahrip etmekte, alglerde bir patlamaya yol açarak okyanuslarda ölü zonlara yol açmaktadır. (Mukpo, 2021)

Bitkisel üretim, hayvansal üretim ve kentler arasındaki besin akışlarının kesilmesi metabolik yarılma (metabolic rift) olarak ifade edilmektedir. John Bellamy Foster tarafından Karl Marx’ın açıklamalarına dayanarak kısa bir söyleyiş olarak geliştirdiği bu terim tarımda yoğunlaşan ekolojik krizi çok güzel açıklamaktadır. İnsanlığın önündeki en önemli görevlerden biri de bu metabolik yarılmayı gidermek, tekrar kentler, bitkisel ve hayvansal üretimler arasındaki beslenme ilişkilerini kurmaktır. Bu her meslekten, bilim dalından bütün insanların birlikte başarabileceği bir görevdir. Agroekoloji ve gıda egemenliği bu yolda gerekli iki önemli kavram olmaktadır.

Tarımda şirketlerin hegemonyası güçlendikçe daha önce tarım içinden sağlanan girdiler şirketlerce sağlanmaya başlanmıştır. Bu girdilere İngilizce literatürde dış girdi (external input) denmektedir. Burada tarımın dışından sağlanan sanayi girdileri kastedilmektedir. Agroekolojiye bir geçiş olarak “düşük dış girdi ve sürdürülebilir tarım” (Low External Input and Sustainable Agriculture, kısaca LEISA) tarım sistemi de önerilmektedir. Endüstriyel tarımın sadece denetlenen bir versiyonu olan “iyi tarım” (Good Agriculture Practices-GAP) ile bu karıştırılmamalıdır. LEISA’da nihai amaç dış girdilerin sıfırlanmasıdır. İyi tarımda endüstriyel girdiler serbesttir. Sadece doz, tarım ilacı uygulama ve hasat arasında geçmesi gereken süre vb. yönlerden uyulması gereken kurallar vardır.

Endüstriyel girdilere bağımlılık ekonomik krizin de çıkış noktasını oluşturmaktadır.

Tarımda Ekonomik Kriz

Çiftçiler özellikle son yirmi yıldır bir yandan düşen ürün fiyatları, diğer yandan da artan girdi fiyatlarından oluşan bir makas arasında eziliyorlar. Bu iki kanat arasında oluşan çiftçi gelirleri giderek daralmaktadır. Küreselleşme ile ortaya çıkan bu olgu evrenseldir.

Buğdaydan bir örnek verelim. Çizelge 1’de görüldüğü gibi çiftçilerimizin bir ton buğday satarak alabildiği kimyasal gübre miktarı düşmektedir. Bu olgu diğer endüstriyel girdiler için de geçerlidir. 1980’lerden bu yana devam eden bu süreç ülkemizde uygulanan para politikası sonucu TL’nin değeri düşmesi arkasından özellikle son aylarda iyice kötüleşmiştir. Başta gübre olmak üzere, mazot, yem, tarım ilaçları vb. bütün endüstriyel girdi fiyatları aşırı ölçülerde artmıştır. Buğday/üre gübresi arasındaki paritenin 2005 düzeyine gelebilmesi için çiftçi eline geçen buğday fiyatlarının 2022’de 7 TL/kg’ya gelmesi gerekiyor. Bu olgu diğer ürünlerde de büyük ölçüde geçerlidir. Çiftçilerimizin en çok şikâyet ettiği konu budur.

Bu olgu Amerikan çiftçileri için de geçerlidir. Ancak o ülkelerde daha güçlü devlet olanakları ile çiftçilere Türkiye’ye oranla daha yüksek primler verilebiliyor. Dikkat edersek, dünyada da Türkiye’de de, özellikle on beş yirmi yıldır devlet destekleri taban fiyatlar şeklinde değil de çoğunlukla kg başına, bazen de dekara verilen primler şeklinde oluyor. Kamu kurumları alımları, devletin alımlar için kooperatifleri görevlendirmeleri ve desteklemeleri, taban fiyatlar vb. uygulamalar çok büyük ölçüde ortadan kaldırıldı. Üretici eline geçen fiyatları etkilemeyen prim benzeri uygulamalar yaygınlaştı. Amerika, Kanada gibi ülkelerde bu primler daha yüksek oluyor.

Çizelge 1. Yıllara Göre Buğday/Kimyasal Gübre (Üre) Fiyat Paritesi

Bu ülkelerde Cargill vb. gıda devleri bu primler sayesinde çiftçilerin elindeki ürünü daha ucuza hatta maliyetin altında kapatabiliyor. Daha sonra bu ürünleri dünya ülkelerine çiftçilerin maliyetinin altında satabiliyorlar. Bu aslında damping olmakla birlikte dampingin tanımı bile bu güçlü ülkeler tarafından çarpıtılmış bulunuyor. Bu ülkeler buğday, soya, mısır, pirinç vb. sermaye yoğun tarla ürünlerini ve bunların bazılarının yem olarak kullanıldığı hayvansal ürünleri Türkiye gibi ülkelere ihraç edebiliyorlar. Bunun için ithal eden ülkelerin gümrük vergilerinin düşürülmesi de gerekli idi. Bu da bizim gibi ülkelere kabul ettirildi. Batılı ülkelerin çiftçilere ödediği primler Türkiye gibi ülkelerden daha yüksek olabildiğinden bu ülkelerin çiftçileri az çok varlıklarını sürdürebiliyorlar. Ancak ülkemizde biraz yanlış anlaşıldığı gibi bu güçlü ülkelerin tarımsal destek politikası ve eş zamanlı olarak Türkiye gibi ülkelerin tarım ürünlerindeki gümrük vergilerini düşürerek uyguladığı politikalar Amerikan veya Kanada çiftçilerinden çok daha fazla bu ülkelerde konuşlanmış gıda şirketlerine yarıyor. Bu şirketler kendi çiftçilerinden ucuza aldıkları bu ürünleri bizim gibi ülkelere ihraç ederek bizim çiftçilerimizi yok olmaya itiyorlar. Teoride ABD vb. ülkeler; bizim gibi ülkelere yaş sebze, meyve, fındık gibi emek yoğun ürünler ihracatında uzmanlaştığı bir iş bölümü önerseler de fiyatlar bu alanlarda da bizim için olumlu bir gelişme göstermiyor. Çünkü ülkemize yerleşen şirketleri ile bu ürünlerde de piyasalarımızı da kontrol edebilme kapasitesine ulaşmış bulunuyorlar.

Bizim gibi ülkelerin tarım ürünlerinde uyguladığı gümrük vergilerini düşürmeksizin gelişmiş kapitalist ülkelerin bu sistemi işletebilmeleri mümkün değildi. Bu nedenle önce ülkemize ve benzer ülkelere temelde gümrük vergilerinin düşmesine dayalı uluslararası tarım ürünleri anlaşmasını kabul ettirdiler. Paralel olarak 1980’lerden başlayarak Tekel, Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO), Et Balık Kurumu gibi birçok kuruluşu ya tamamen özelleştirdiler ve bunların çoğu yabancı şirketlerin eline geçti veya TMO gibi bazıları küçültüldü ve işlevsiz bir hale getirildiler. En son örnek de Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi oldu. Bu kuruluşlar özelleştirilirken bunların devlet gücüyle güya serbest olan piyasayı bozduğu ve bunun da toplum için iyi olmadığı gerekçesi ileri sürüldü. Ancak çoğu durumlarda özelleştirilen bu kuruluşlar yerine daha da güçlü uluslararası monopoller geçti. Örneğin TEKEL yerine dünya çapında güçlü tek bir yabancı tütün şirketi egemen olarak özel sektör tekeli oluştu.

Aslında sistemin akıl hocası olan IMF ve Dünya Bankası tarımda desteklerin nasıl olması gerektiğini belirlemiştir. Buna göre taban fiyat uygulamaları gibi çiftçinin eline geçen fiyatları etkileyecek destekler yapmak yasaktır. Örneğin tarım satış kooperatiflerine alım yapmak üzere finansman sağlamak ülkemizde Tarım satış Kooperatifleri yasasıyla engellenmiştir. Toprak Mahsulleri Ofisi hububat ve fındıkta alım yapıyor, ama bu hem piyasadaki fiyatın altında oluyor hem de alım miktarları bir etki yaratacak düzeyde değil. Diğer bütün destekler çiftçi eline geçen fiyatları etkilemeyecek şekilde yapılıyor. 2021’de uygulanacak destekler buğdayda 10 kuruş/kg, dane mısırda 3 kuruş/kg, zeytinyağında litrede 80 kuruş, yağlık ayçiçeğinde 50 kuruş/kg, kütlü pamukta 110 kuruş/kg, kuru fasulye, nohut, mercimekte 50 kuruş/kg olarak belirlenmiş idi.[1]

TMO bir zamanlar yeterli miktarda buğday satın alıyor ve depoluyordu. Satın alırken çiftçi destekleniyor, un fiyatları çok yükseldiğinde ise piyasaya vererek tüketiciyi destekliyordu. Şimdi alım noktalarının çoğu kapandı ve piyasadan etki yapmayacak düzeyde bir alım yapıyor. Buğdayda verilen 10 kuruşun çiftçi eline geçen fiyatlar üzerinde hiçbir etkisi olmuyor. Bu destek arttırılsa dahi çiftçiye bir yararı olmayacak. Bu destekleme tarzı şirketlere daha çok yararlı oluyor.

Kısacası bu IMF, Dünya Bankası damgalı tarım politikaları izlenirse çiftçi ve tüketici hiçbir yarar sağlamaz. Bu destekler şirketlerin daha düşük alım fiyatları uygulamalarına yardımcı olur. Bunun anlamı vergi ödeyenlerce finanse edilen bu tarım desteklerinin şirketlere yaradığıdır. Bu paralar aslında dolaylı bir şekilde şirketlerin kasalarına akmaktadır. Bazı ürünlerde çiftçi eline geçen fiyatlar üretim maliyetinin iyice altına indiğinde şirketler bile zaman zaman bu desteklerin artmasını önermektedirler. Bu açıdan onlar son derece tutarlıdır. O halde hem toplumun destekleyeceği hem de etkili bir tarım politikası gerekiyor. Bu sadece destek miktarının arttırılması ile olmaz. Desteğin şeklini de değiştirmek gerekir. Çünkü var olan tarım destekleri çiftçi ve köylüden çok şirketleri zengin etmektedir.

2006’da yayınlanan Tarım Kanunu madde 21’de şöyle yazmaktadır:

“Tarımsal destekleme programlarının finansmanı, bütçe kaynaklarından ve dış kaynaklardan sağlanır. Bütçeden ayrılacak kaynak, gayrisafi millî hasılanın yüzde birinden az olamaz.” Ancak destekler bu düzeye bile ulaşılamıyor. Uzun yıllardır yarısından daha düşük bir düzeyde destek yapılıyor. Aslında açıkladığımız gibi bu desteğin bir yararı pek olmamaktadır. Çünkü çiftçi eline geçen fiyatlara hiç müdahale yapılmamaktadır. Bu neoliberal ekonominin tabusudur. Toplumun çoğunluğunun çıkarlarını savunan bir tarım politikası izlenmemektedir.

Mazot ve gübrede de bir destek veriliyor ama bu çiftçiden mazot için alınan vergilerin bile çok altında.

Bu tarım destekleri sistemi uzun yıllardır sürdürülüyor. Verilen bu desteklerin çiftçinin eline geçen fiyatı etkilememesi bilinçli olarak tasarlanmıştı. Piyasa fiyatlarını etkilememek isteniyor. Çünkü güya serbest denilen aslında hiç de serbest olmayan piyasanın her kesim için ideal olanı otomatik olarak belirlediğini ileri sürüyorlar. Bu neoliberal anlayışın temel dogmalarından biri ve doğru değil. Şimdi örneğin buğdayda kg başına 10 kuruşluk bir destek veriliyor. Buğday, arpa konusunda TMO alım fiyatları çok düşük belirleniyor. Yetmedi bir de buğday ve arpanın üretimi yetersiz olduğunda gümrük vergileri düşürülüyor. TMO’nin gümrüksüz ithal yapmasının önü açılıyor. Yani serbest diye tanımlanan piyasa aslında güçlülerin elinde. TMO de bu güçlülere alım politikası ile destek oluyor.

Fındıkta da Fisko Birlik adlı bir kooperatif var. Ancak Tarım Satış Kooperatifleri kanunu Çiller zamanda değiştirilerek devletin kooperatifleri desteklemesinin önüne geçilmişti. Bu yüzden destek yapılıyor denilsin diye TMO fındıkta alım yapıyor. Ancak bu da destek olarak kabul edilmeyecek düzeylerde kalıyor. Serbest piyasa denilen şeyi aslında İtalyan fındık alıcısı Ferroro belirliyor. Güçlü olan o. Türkiye fındıkta dünyanın en büyük üreticisi ve ihracatçısı. Ancak uygulanan politikalar bu ürünün ucuz olarak elimizden çıkmasına yol açıyor. Ordu’da bir borsa binası yaparak ve bunu uluslararası fındık borsası ilan etmekle sorun çözülmeyecek şüphesiz. Kooperatiflerin ürünü büyük ölçülerde satın alıp, işleyerek ihraç etmesi gerekiyor.

2006 yılında yayınlanan Tarım Kanunu neoliberal bir anlayışla hazırlanmıştır. Kanun tarım politikasının ilkelerinde “piyasa mekanizmalarını bozmayacak destekleme araçlarının kullanımı ve “özel sektörün rolünün artırılmasını” esas aldığını belirtmektedir. Tarımsal desteklemenin ilkelerinde ise “üreticilerin piyasa koşullarında faaliyetlerini yürütmesi” temel alınmıştır. Bu kanunu yapanlar aslında rekabetçi ve düzgün işleyen, ne çiftçilerin ne de şirketlerin hegemonya kurmadığı hayali bir dünyanın varlığını peşinen kabul etmişlerdir. Bu nedenle desteklemeler çiftçinin alım fiyatı ve girdilere ödediği fiyat üzerinde bir etki yaratmayacak şekilde uygulanmaktadır. Şüphesiz pratikte serbest piyasa denilen bir gerçek yoktur. Güçlü şirketler hem çiftçilere hem de tüketicilere karşı fiyatları dayatabilmektedirler.

Fiyat makasından kurtulmanın iki yolu var. Makasın maliyet kanadını aşağıya çekmek için endüstriyel girdilerden kurtulmayı sağlayacak agroekoloji uygulamaları gerekir. Makasın çiftçi eline geçen fiyatlardan oluşan kanadını yukarıya doğru açmak için ise çiftçilerin ürünlerini doğrudan tüketiciye ulaştıran kanalları kullanmak gerekmektedir.

Agroekoloji: Krizden Çıkış

Agroekoloji terimi bileşenlerine ayrılırsa latince “agro” tarla veya tarım, “eko” ev veya çevre, “loji” bilim demektir.[2] Endüstriyel tarım büyük ölçüde işletme dışından satın alınan tarım kimyasallarına, şirket tohumlarına, büyük tarımsal makinelere, yoğun suya dayanırken, agroekoloji ekolojik bilgilere dayanmaktadır. Agroekoloji bir yandan halkın bilgisine, diğer yandan ise bununla uyumlu bilimsel bilgiye önem verir. Agroekoloji çağdaş olarak hem bir bilim, hem bir uygulama, hem de bir harekettir. Agroekoloji bir bilim olarak; öncelikle biyolojik, biofizik, ekolojik, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik mekanizmaları, fonksiyonları, ilişkileri ve tasarımları kullanarak bir agroekosistemin çalışmasını açıklamaya çalışan ve inceleyen; bir uygulamalar takımı olarak tehlikeli kimyasalları kullanmadan daha sürdürülebilir şekilde tarım yapmaya izin veren; bir hareket olarak tarımı ekolojik olarak daha sürdürülebilir ve sosyal olarak adaletli yapmayı araştıran bir anlayıştır. (Wezel ve ark., 2009)

Yeşil devrim denilen büyük ölçüde tarım kimyasallarına, bir örnek ve önemli bir kısmı hibrit tohumlara dayanan olgu; birim alana verimliliği özellikle sulanabilen topraklarda arttırırken, özellikle sulanmayan alanlarda verimlilik artışları çok sınırlı kalmış, diğer yandan da büyük ekolojik, ekonomik ve sosyal sorunlar yaratmıştır. Bu dönemde agroekoloji geriye itilmiştir. Yeşil devrimin sakıncaları ve problemleri ortaya çıktıkça agroekoloji tekrar bir canlanma içine girmiştir. Bir grup araştırmacı, çiftçi, sivil toplum kuruluşu, ekolojik çiftçiler bu canlanmaya katkı verdiler. Ancak on yıllar boyunca bu kişi ve gruplar yok sayıldı, aşağılandı ve alay edildi. Son yıllarda ise iklim sorunu, endüstriyel tarımdaki verim durgunluğu, hatta gerilemeleri; şirketleri ve bazı uluslararası kuruluşları endüstriyel tarımı temel olarak koruyarak agroekolojiyi kullanma düşüncesine itti. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Kuruluşu (FAO) yönetiminde Roma’da 2014 yılında “Gıda Güvenliği ve Beslenme Üzerine Uluslararası Agroekoloji Sempozyumu” ilk toplantısı yapıldı. ABD sempozyumu önce engellemek sonra da sınırlandırmak için çaba gösterdi. FAO direktörü sempozyumda agroekolojiyi içeriğinden soyutlayarak şirketlerin işine yarar hale getirilmesi konusundaki niyetlerini açığa vuran bir konuşma yaparak GDO’lar gibi agroekolojinin de yararlı olabileceğini belirtti. Bunun üzerine köylü kuruluşlarının uluslararası örgütü olan La Via Campesina Batı Afrika’da Mali Nyeleni’de 24-27 Şubat 2015’de Uluslararası Agroekoloji Forumunu düzenledi. Buna katılanlar agrekolojinin endüstriyel tarımın kullanacağı bir araç takımına indirgenmesine karşı çıkarak, agroekolojiyi endüstriyel gıda üretimine bir alternatif, halk ve çevre için iyi bir gıda sistemine dönüştürmek için bir kaldıraç olarak kullanacaklarını belirttiler. (Rosset ve Altieri, 2017)

Agroekoloji bir şemsiye kavram olarak düşünülebilir. Bunun altında organik tarım, permakültür, onarıcı tarım, Fukuoka’nın doğal tarım anlayışı gibi değişik yaklaşımlar olduğu söylenebilir. Ancak belli ayrımlar bulunmaktadır. Örneğin organik tarım biyopestisitlerin kullanımına daha çok yoğunlaşmıştır. Bu ise bu ürünlerin büyük ölçüde şirketler tarafından üretilmesi nedeniyle çiftçilerde girdi bağımlılığına yol açar. Agroekoloji ise çiftçinin var olan koşullar içinde en yüksek düzeyde otonomisini öngörür. Organik tarımda kullanılan bazı girdiler örneğin kükürt bile, bazı avcı böceklerin (predatör) yok olmasına yol açabilmektedir. Diğer yandan monokültür olarak organik tarım yapan işletmeler de bulunmaktadır. Bunlar ayrıca yabancı işçi sömürüsü yaparlar ve ürünlerini de uzak pazarlara satmak suretiyle sadece gelir durumu yüksek tüketiciler için bir üretim yapmış olurlar. Hâlbuki agroekoloji sadece bir tekniğe indirgenemez. Gelir dağılımını da sorun yapar. Olaya sosyo-politik açılardan da bakar. Agroekolojide ayrıca polikültür, doğal şeritler, doğal tarla sınırları vb. aracılığı ile sağlanan ekolojik hizmetler aracılığı ile zararlı ve hastalıklar kontrol altına alınır.

Agroekolojinin Temel Yaklaşımı

Agroekoloji belli reçetelere indirgenen bir sistem değildir. Belli bir bölgede endüstriyel tarım hatta organik tarım yapıyorsanız yayımcılardan aldığınız reçeteleri uygulayarak tarım yapabilirsiniz. Endüstriyel tarımda belli dönemlerde sentetik tarım ilaçlarını –organik tarımda biyopestisitleri- kullanabilirsiniz. Agroekolojide ise reçetelerden çok belli ilkelerden söz etmek daha doğrudur. Her bölgede hatta her çiftçi için farklı uygulamalar söz konusu olabilir. Agroekoloji geleneksel bilgiyi (buna yerel bilgi veya daha genel olarak halkın bilgisi[3] da denebilir) modern tarım bilgileri ile bütünleştirir. Endüstriyel tarımda çiftçi bilgi açısından nerede ise boş bir kap gibi kabul edilir. Bilgi ona tamamen dışarıdan verilir. Böylelikle “modern” denilen tarımsal girdileri üreten şirketler çiftçiyi manipüle ederek kendisine bağlar. Agroekoloji ise eğitim anlayışı olarak inşacı eğitimi esas alır. Bilgi nakledilemez. Herkes bilgiyi aldığı enformasyondan yararlanarak kendisi oluşturur. Hiç kimse mutlak olarak bilgisiz değildir. (Freire, 1991)

Agroekolojik Tarımda Verim

Ülkemizde ve dünyada organik tarımda elde edilen verimlerin daha düşük olduğu konusunda bir algı bulunmaktadır. Bu ne derece doğrudur? Bu konuda yapılan bir araştırmanın sonuçlarını paylaşabiliriz. (Ponisio, 2015)

Bir meta araştırma olan bu çalışma, bu konuyu araştıran 115 ayrı araştırmanın, binden fazla gözlemini içermektedir. Genel olarak ele alındığında organik veriminin konvansiyonel tarımdan %19 daha az olduğu görülmektedir. Ancak ürün tipleri, yönetim uygulamaları ele alındığında çok farklı sonuçlar elde ediliyor. Örneğin baklagillerde, çok yıllık ürünlerde ve kalkınmış ülkelerde organik ve konvansiyonel uygulamalarda verimler arasında önemli bir fark bulunmuyor. Ancak baklagillerden olmayan ürünlerde, tek yıllık bitkilerde ve gelişmekte olan ülkelerde organik ve konvansiyonel arasında verim farkı vardır. Diğer yandan organik sistemde çoklu ürün ve ürün rotasyonları uygulandığında konvansiyonele göre verim açığı sırasıyla %9 ve %8’e düşmektedir. Bu sonuçlar eğer bazı gelişmeler sağlanırsa organik tarımın konvansiyonel tarımdan verim farkının çok azalacağını ortaya koymaktadır. Organik tarım konusunda araştırmalar çok yetersizdir. Ayrıca organik tarıma uygun çeşitler geliştirmek konusunda çok az şey yapılmaktadır. Şirketlerin çeşit geliştirme çalışmaları hep konvansiyonel tarım koşullarında yapılmaktadır. Diğer yandan ABD’de Rodale Enstitüsünün yaptığı 30 yıldır sürdürülen bir verim farkı araştırmasında soya, mısır ve buğdayda organik üretimde verim bir miktar daha fazla bulunmuştur. Çok daha önemlisi mısırda kurak geçen yıllarda organik üretimde verim konvansiyonele göre %31 daha fazla bulunmuştur. (Rodale Institute, 2019) Küresel iklim değişikliğine uyum açısından bu çok önemlidir.

Endüstriyel tarım yapılan bir alanda yerel tohum ve agroekolojik tarım sistemi uygulanmaya başladığında, öncesinde toprakta biyolojik hayat sona ermiş olduğu için ilk yıllarda dekara verim düşük olabilmekte, daha sonra verim yükselmektedir. Diğer taraftan endüstriyel tarımda verim daha çok tek bir ürünün dekara verimi açısından ele alınmaktadır. Hâlbuki agroekolojik tarımda çoklu ürün, ürün nöbetleşmesi ve kardeş bitkiler (karışık ürün) uygulamaları olduğundan bütün bir çiftliğin verimine odaklanmak daha anlamlı olmaktadır. Örneğin bitkisel üretim ve hayvancılık aynı işletmede yapıldığında yan ürün (saman veya saplar), ürün atıkları ve anız otlatmadan hayvancılık yararlanırken, gübrelerden de bitkiler yararlanmaktadır. Her iki kesimde verimleri tek tek incelemek ve endüstriyel tarım ile karşılaştırmak anlamlı olmaz. Çoklu ürün söz konusu olduğunda dekara verim karşılaştırması iyice anlamsız olur. Ayrıca ürünün kalitesi ve sağlıklılığı ayrı değerlendirilmesi gereken özelliklerdir. Tarım ilaçları kalıntılı bir ürün ile ekolojik bir ürün basitçe karşılaştırılamaz. Diğer yandan tarım işletmesinin dayanıklılığı da verim kadar önemli bir konudur. Ekonomik veya iklimsel krizlerden daha az etkilenmek ve daha kısa zamanda eski haline dönmek olarak tanımlayabileceğimiz dayanıklılık (resilience) çiftçiye çok büyük yararlar sağlar.

Gıda Egemenliği ve Tarım Politikamız

Çifte krizden çıkış için tarım sistemi olarak agroekolojiyi yeni bir paradigma olarak kabul etmek gerekiyor. Ancak bu kavram politik bir kavram olan gıda egemenliği ile tamamlanmazsa her şey çok eksik kalır.

“Gıda güvenliği” ve “gıda egemenliği” birbirine karıştırılan iki kavramdır. FAO’ya göre gıda güvenliği bütün halkın, etken ve sağlıklı bir yaşam için gerekli olan, beslenme gereksinimlerini ve tercihlerini karşılayan yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya fiziksel, sosyal ve ekonomik olarak her zaman ulaşabilmesidir. Gıda egemenliği ise halkın ve toplulukların ekolojik ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen; sağlıklı, kültürel olarak uygun gıdalara sahip olma ve kendi gıda, tarım sistemlerini ve tarım politikalarını belirleyebilme hakkına sahip olmalarıdır. Uluslararası tarım anlaşmaları ülkelerin çiftçileri, tüketicileri ve çevre için yararlı olacak tarım politikalarını belirleme hakkını ellerinden almıştır. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin tarım ürünlerinde gümrük vergilerini düşürmelerini dayatmışlar ve sübvanse ettikleri tarım ürünlerini onlara ihraç ederek üretimlerini baltalamışlardır. Gıda egemenliği sadece ülkelerin değil yerel toplulukların da kendileri için iyi olan tarım politikalarını belirleme hakkını kabul etmektedir. Tarım kanununda da belirtildiği gibi Türkiye çiftçilerin eline geçen fiyatı etkileyen bir tarım politikasını belirleme hakkını dışlamıştır. Gıda egemenliği ve agroekoloji birbirlerini tamamlayan yaklaşımlardır. “Gıda egemenliği olmaksızın agrekoloji sadece bir teknolojidir, agroekoloji olmaksızın gıda egemenliği ise sadece bir slogandır.” (Diaz ve ark., 2012) Gıda egemenliği terimi ülkemizde tamamen yanlış yönlerde kullanılmaya başlandı. Kimileri bunu çok uluslu şirketlerin hegemonyası olarak kullanırken, kimileri de dar milliyetçi çıkarlar anlamında kullanmaktadır. Gıda egemenliği evrenselliği, bütün dünya çiftçilerinin ve tüketicilerinin ortak çıkarlarını savunan bir kavramdır. Uluslararası çiftçi, köylü örgütü La Via Campesina hem agroekoloji hem de gıda egemenliği yaklaşımlarını uluslararası platformlarda savunmakta ve üye örgütleri aracılığı ile hayata geçirmek üzere çalışmalar ve eylemler yapmaktadır.

Makasın Üst Kanadı: Dayanışmacı Pazarlama

Çiftçilerin eline geçen fiyatların düşük olması ve bu sürecin kötüleşerek sürmesi, buna karşılık tüketicilerin giderek daha yüksek fiyatlar ödemesi çözülmesi gereken önemli bir sorundur. Çiftçileri ezen ikili fiyat makasının üst kanadının yukarı doğru çekilmesi gerekiyor. Bu amaçla dayanışmacı ve çiftçiden tüketiciye en kısa pazarlama kanallarının geliştirilmesi gerekiyor.

Günümüzde kırsal alanda endüstriyel tarım sistemi içinde üretilmiş ürünlerin büyük ölçüde zincir mağazalarda satıldığı bir sistemle karşı karşıyayız. Tüketici aldığı ürünün nasıl üretildiği bilgisine sahip değildir. Zincir mağazalar ürünün kalitesi, sağlığı, toprağı, çevreyi kirletip kirletmediği, çiftçinin refahı, kent içinde yarattığı trafik, kentteki hava kirliliğine yaptığı katkı gibi konularla pek ilgili değildir. Zincir marketler, gıda şirketleri için bu ürünlerin en ucuza alınması ve satıldığında en yüksek kâr getirmesi tek ilkedir. Var olan gıda üretim ve dağıtım sisteminin akılcı bir kent tasarımı ile ilişkili olmadığı açıktır. Örneğin İstanbul’a en yakın kırsal alan olan Silivri, İstanbul’un ihtiyaçları için taze sebze, meyve, süt, yumurta üretimi ile ilgili bir yöneliş içinde değildir. Bu ilçede daha çok buğday, ayçiçeği gibi ürünler yoğun kimyasallarla üretilmektedir. Marketlere elma, üzüm yakından değil, büyük miktarlarda yakıt harcanarak Şili’den getirilebilmektedir. Daha çok fosil yakıt kullanılmakta, tüketiciler zincir marketlere ulaşım için daha çok yol kat etmekte ve zaman harcanmaktadırlar. Gıda üretimi ve dağıtımı akılcı olacaksa tüketiciler ile üreticilerin karşılıklı dayanışma içinde bir araya gelmeleri gerekir. Bu ise en kısa mesafeden ürünlerin geldiği, çevreyi bozmayan, hem çiftçi hem de tüketicilerin çıkarlarını en çoklayan bir gıda üretim ve dağıtım sistemini gerektirmektedir. Bu sistemlerden biri de Topluluk Destekli Tarım (TDT) sistemidir.

TDT; tarım etkinliklerinin, risk, sorumluluk ve ödüllerinin, bir grup çiftçi ve bir grup tüketici arasında uzun dönemli süreler içinde doğrudan paylaşıldığı bir ortaklıktır. TDT genellikle küçük ve yerel ölçüde çalışarak, agroekolojik bir şekilde üretilmiş kaliteli gıda ürünlerini sağlamayı amaçlar. (Urgenci, 2016)

TDT grupları aracılara giden değerin, çiftçiler ve tüketiciler arasında bölüştürülerek çiftçilerin daha çok kazanmasını, tüketicilerin de eşdeğer ürünleri daha ucuza almasına yol açar. Bu bir dayanışma ekonomisidir. Kırılmış olan sosyal bağları kurar. Tüketiciler çiftçileri değişik yollarla desteklerler. Bunun en önemli yolu sezon başında bir ön ödeme yaparak belirli bir miktar ürünü talep edeceğini kabul etmesidir. Örneğin ABD’de tüketici her hafta alacağı bir kutu sebze, meyve, yumurta vb. ürünler için sene başında 400 dolar peşinen çiftçiye ödemektedir. Her hafta hangi sebze üretilmişse kutuya o sebzeden konulmaktadır. Ürün kaybedildiğinde tüketici de bu kayba katılmış olmaktadır. Gerçi çiftçi çok sayıda tür ve çeşit ekerek riskleri büyük ölçüde dağıtmaktadır. Bu uygulamalar sayesinde çiftçi bankalardan kredi almak ve bunun için de faiz ödemekten kurtulduğu gibi, iyi bir üretim planlaması da yapabilmektedir. Çiftçi ürettiği ürünün büyük bir kısmını satabilmektedir. Ürünü karşılığında makul bir fiyat da eline geçebilmektedir. Bu ilkeler ve uygulamalar ülkemizdeki topluluk destekli tarım gruplarında düşük düzeyde uygulanmaktadır. Peşin ödeme, risk paylaşımı çoğunlukla yoktur. Ancak ülkemizdeki gruplar bu yönde bazı çabalar için de olmaktadırlar. Örneğin bir üreticinin yeni bir ürünü üretebilmesi için tüketicilerden toplanan bir fon oluşturarak üretici ile risk paylaşılmakta, üretim sadece bu ürün için planlanabilmektedir. Destek başka yollarla da uygulanmaktadır. Hasatta yardım, bilgi sağlama, faizsiz kredi sağlama, ürünün doğal felaketlerle kaybedilmesi durumunda kısmî bir mali destek sağlama, müşteri bulma, yerel tohum sağlama gibi değişik destekler değişik gruplar tarafından gerçekleştirilebilmektedir. Bu anlamda dünyada ve ülkemizdeki grupları bir uçta topluluk destekli tarım grupları olan, diğer uçta da sadece çiftçilerden ekolojik veya kısmen ekolojik ürünleri sağlayan satın alma grupları ve aralarında ise risk paylaşımı, çiftçiye değişik destekler sağlama yönünde çabaları olan gıda gruplarından oluşan bir eksen olarak düşünebiliriz. Ülkemizdeki pek çok grup topluluk destekli tarım grubuna evrilme aşamasındadır.

TDT’da doğaya özen gösterme dikkate alınan diğer bir husustur. Biyoçeşitliliğe, hayvan haklarına, ekolojik tarıma ve ekosistemle ortak yaşama saygı esastır. Gıda egemenliği gene bu grupların uyduğu temel politikalar arasındadır. Gıdanın nasıl üretildiği ve dağıtıldığı konusunda halkın karar alma hakkının olduğunun kabulü esastır. Halkın gıda arz zincirleri üzerindeki kontrolünü yeniden kazanması hedeflenmektedir.

Ülkemizde öncü Topluluk Destekli Tarım uygulamalarına Ankara, İstanbul, İzmir, Balıkesir, Çanakkale, Antalya gibi birçok kentte rastlanmaktadır. Ülkemizdeki TDT ve gıda grupları özellikle Fransa, Belçika, ABD’deki gruplara göre daha gevşek bir yapıda örgütlenmişlerdir ve çiftçilerle riskleri paylaşma ve üretim planlamasına imkân veren belirli bir haftalık paketin sezon öncesi alımına dayanan uygulamaları yeterince yapamamaktadırlar. Bu nedenle gruplara bağlı veya ilişkili üretim yapan çiftçiler daha çok risklere açıktır. Çiftçiler ürünlerinin önemli bir kısmını piyasaya düşük fiyatlarla vermek zorunda kalmakta, bazıları üretimin bir kısmını satamayıp çöpe atmaktadırlar. Bu haliyle gruplar henüz göz doyuran ve var olan sisteme alternatif oluşturacak bir örnek oluşturamamaktadırlar. Yeterli geliri olmayan bireyler için farklı fiyatların sunulabildiği dayanışma modelleri de geliştirilememiştir. Bu durumun birçok nedenleri vardır. Bunlar arasında bazı gruplarda üyelerin yeterince bilinçli olmamaları da söz konusudur. Daha çok eğitim ve çiftçilerle daha iyi bir iletişime dayanan çalışmalarla gerçekten topluluğun desteğini alan bir tarımsal üretime geçiş için daha epeyce çalışmaya ve dünya örneklerinin incelenmesine ihtiyaç vardır. Ülkemizdeki gruplar bu eksikliklerini kapatmak için çeşitli çalışmalar yapmaktadırlar.

Sonuç

Türkiye’de tarım ve kırsal kesim biri ekonomik, diğeri de ekolojik olmak üzere çifte kriz içinde. Endüstriyel tarım çiftçileri bir yandan fiyatları hızla artan endüstriyel tarım girdileri, diğer yandan enflasyonun altında gelişen ürün fiyatlarının oluşturduğu fiyat makası içinde ezmektedir. Endüstriyel tarım büyük bir çevre tahribatına yol açıyor, küresel iklim krizini şiddetlendiriyor, çiftçileri ve tüketicileri zehirliyor. Bu sürdürülemez. Agroekolojik bir tarıma bir an önce geçiş gerekiyor.

Tarım politikamız neoliberal dogmanın kıskacı içinde. İmzaladığımız bazı anlaşmalar özgür bir tarım politikası uygulamamızı zorlaştırıyor. “Tarım Kanunu” gibi yasalarda çiftçinin ürünlerden eline geçen fiyatı ve satın aldığı girdinin fiyatını etkileyecek bir tarım politikası uygulamayı zorlaştıracak maddeler yazıldı. Ülkemizin, çiftçilerimizin, tüketicilerin çıkarlarını savunacak bir tarım politikasını özgürce oluşturabilmelerini sağlayacak yaklaşım ise gıda egemenliğidir. Gıda egemenliği ise halkın ve toplulukların ekolojik ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen; sağlıklı, kültürel olarak uygun gıdalara sahip olma ve kendi gıda, tarım sistemlerini ve tarım politikalarını belirleyebilme hakkına sahip olmalarıdır. Ekolojik ve ekonomik çifte krizden çıkış için yeni bir paradigmaya ihtiyaç vardır. Endüstriyel tarım ve neoliberal tarım politikalarının ne ülkeyi ne de dünyayı düzlüğe çıkarabilmesi imkânsızdır. Agroekoloji ve gıda egemenliği hem dünyayı soğutma hem de temiz ve adil gıdayı sağlayabilme potansiyeline sahip. Bu yönde bir irade henüz ülkemizde yeterince güçlenmedi. Bunu ortaya çıkarabilmek için kişilere, topluluklara, sivil toplum kuruluşlarına, belediyelere büyük görevler düşüyor.

Agroekolojiye geçişin bir yılda gerçekleşmeyeceği açık. Ancak bu yola hemen girilmez ise ekolojik ve ekonomik krizin tarımda bizleri bir çıkmaz içinde bırakacağı açık. Bir-iki yıl endüstriyel girdilerin çiftçiye maliyetinin düşürülmesi kaçınılmaz olabilir. Ancak bu tür bir destek süreklilik gösterirse çiftçileri, tüketicileri ve ülke ekonomisini batağa sürükleyeceği, halk sağlığı ve ekolojiyi yok olmaya götüreceği de açıktır. Bu nedenle hızla endüstriyel girdilerin kullanımının düşürülmesi, olabilecek en kısa sürede sıfırlanması gerekiyor. Bu mümkündür ve gereklidir.

Merkezi devlet kadar belediyeler de agroekolojik bir tarım sisteminin hâkim olması için çaba göstermelidir. Endüstriyel tarım, iyi tarım çözüm değildir. Organik tarımın sınırları içine sıkışmak da çıkar yol değildir. Aslında çözümü çiftçilerin ürünlerini doğrudan tüketiciye ulaştıran tüketim kooperatifleri, gıda toplulukları, ekolojik köylü pazarlarının eş zamanlı olarak geliştirilmesi ile birlikte düşünmek lazımdır. Aracılara veya ihracata yönelik bir organik tarım çözüm olmayacaktır. Bu alternatif kanallardaki güven sorunu katılımcı onay (sertifikasyon) sistemi ile sağlanabilir.

Belediyeler öncelikle agroekolojik tarım sistemini çiftçiye tanıtmak için çaba göstermelidir. Bu çalışmalarda çiftçiden çiftçiye yayım yaklaşımının kullanılması daha etkili olmaktadır. Latin Amerika’da campesina a campesina olarak bilinen bu yaklaşım bu alanda başarılı olmuş çiftçilerle diğer çiftçileri buluşturmak olarak kısaca açıklanabilir. Konuyla ilgili kitap, broşür, web sayfası, video vb. birçok doküman belediyeler tarafından hazırlanabilir veya bu konudaki çalışmalar desteklenebilir. Köylerde agroekolojik teknikler konusunda yapılacak demonstrasyonlar, tarla günleri vb. çok etkili olabilecektir.

Belediyeler kendi ihtiyacı ve marketlerinde satmak için aldığı ürünlerin önemli bir kısmını analiz ederek, daha çok kooperatif veya gıda grupları üyesi çiftçilerden alabilir. Zehirli olup olmadığına bakmaksızın bütün üretimi desteklemek doğru değildir. Ürünlerin önemli bir kısmında sıfır tarım ilacı şart koşulabilir. Belediyenin, aldığı ve kullandığı veya pazarladığı hiçbir ürünün maksimum kalıntı limitinin üzerinde olmayacağını garanti etmesi yararlı olacaktır. Belediyeler agrekolojik üretim yapan üreticilerden belli bir anlaşma ile özellikle taze sebze ve meyve alabilir ve ürünlerin yoksullara yardım amacıyla kullanılmasını sağlayabilir. Böyle bir politika özellikle ekolojik üretim yapan çiftçilerin bütün üretimlerini makul bir fiyattan satabilmelerini sağlayarak agrekolojik üretimin hızlı gelişmesine katkı sağlayabilir.

Tarım Orman İl ve İlçe Müdürlükleri tarım ilaçları konusunda denetim yapma yetkisine sahiptir. Belediyelerin bu yetkisi yoktur. Belediyeler bu konuyu Tarım ve Orman Bakanlığı ile görüşmelidir. Belediyelerin temiz gıda sağlanması konusunda yetkileri yetersizdir. Belediyeler tarım ilaçları ve diğer toksik maddeler konusunda analiz yapacak laboratuvarları geliştirmesi yararlı olacaktır.

Ancak agroekoloji ve gıda egemenliğinin yayılması ve hayata geçirilmesi temel olarak buna inanan ve bundan yarar sağlayacak olan topluluklar, üretim ve tüketim kooperatifleri, gıda grupları, sendikalar vb. kuruluşların, çiftçilerin ve tüketicilerin mücadeleleri ile gerçekleşecektir.