Sorting by

×
GüncelKırsal

TEMA Vakfı Başkanı Deniz Ataç: Değer mi?

Serpil Kurtay
Türkiye’deki maden ruhsatlı alanlarla ilgili çalışma başlatan TEMA Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç ile görüştük: “Maden politikaları sebebiyle; coğrafyamızı ağır ekosistem kayıpları, tarımsal ürün kayıpları, su yoksunluğu, canlı tür çeşitliliği ve yaban hayatı kayıpları ve sağlık sorunları beklemektedir”

Türkiye’nin en önemli doğa, kültür ve turizm alanları maden faaliyetleri nedeniyle tehlike altındı. Temmuz ayında ilk olarak Kaz Dağları Raporu’nu paylaşan TEMA Vakfı ardından Muğla ve Artvin raporlarını kamuoyu ile paylaştı. Büyük yankı uyandıran bu raporlara göre, Kaz Dağları ve yöresinin yüzde 79’u, Muğla’nın %59’u, Artvin’in ise %71’i maden ruhsatlı. Maden mevzuatının ülke genelinde yarattığı tehdidi ortaya koyabilmek için çalışmalarına devam edecek olan TEMA Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç sorularımızı yanıtladı.

Son yaptığınız çalışmalar, kamuoyunda çok ilgi uyandırdı; Çanakkale, Muğla ve Artvin’de maden için ruhsat verilen alanların oranlarını yayınladınız. Öncelikle bu çalışmaları nasıl yaptığınızı anlatabilir misiniz?

TEMA Vakfı olarak yaptığımız bu çalışmalardaki amacımız; maden ruhsatlarının, bulunduğu bölgeyle ilişkisini ortaya koymaktır. Maden için ruhsat verilen alanları bulundukları şehirlerin haritalarında görmek için gerçekleştirdiğimiz çalışmaları, Maden Petrol Arama Genel Müdürlüğü’nün sunduğu ruhsat verilerini ve bölgelerin arazi kullanım özelliklerini bir arada değerlendirerek ortaya çıkarıyoruz. Maden Petrol Arama Genel Müdürlüğü’nden alınan bu verilerin ücrete tabi olması çalışmalarımızı zorlaştırıyor. Zira her vatandaşın yaşadığı coğrafyanın nasıl planlandığı ve bununla birlikte coğrafyasını nasıl bir kaderin beklediği hakkında bilgi sahibi olması, hukuken güvence altına alınmış temel haklarındandır. Verilerin ücretli olması bu temel hakka erişimi sınırlar niteliktedir.

‘KORUMA STATÜSÜ BULUNMUYOR’

Ortaya çıkan tablodaki rakamlar gerçekten ürkütücü? Ülkemiz açısından siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ülkemizin doğa alanları, tarımsal üretimi ve yörelerin kadim kültürleri bakımından endişe verici bir tablo ile karşı karşıyayız. Bu tabloyu büyük oranda mevcut Maden Kanunu’nun oluşturduğunu söylemek mümkündür. Maden Kanunu, 2001 yılından itibaren toplam 21 kez değiştirilmiş ve maalesef yapılan her değişiklikle daha fazla tarım alanı, mera, doğal alan ve su havzası madencilik faaliyetlerine açık hale getirilmiştir. Bu alanlar, yaşamın devamlılığı için vazgeçilmezdir. Ancak bugün Türkiye’de bu önemli varlıkları kanunlarla madencilik faaliyetlerinden koruyan bir koruma statüsü bulunmamaktadır. Bu sebeple ülkemizin milyonlarca yılda oluşmuş, nadir canlı türleri (flora ve fauna) ile dünyada eşi benzeri olmayan doğal alanları maden ruhsatlarının tehdidi altındadır.

Bu tabloyu yalnızca Maden Kanunu’nun oluşturduğunu söylemek eksik olacaktır. Nitekim Orman Kanunu, Toprak Koruma ve Arazi Kullanım Kanunu ve Mera Kanunu da Maden Kanunu’na paralel olarak değişmiştir. Her değişiklikle, ülkemizin doğa alanlarında madencilik yapılması daha kolay hale gelmiştir.

ORMANLIK ALANLARDAKİ TEHLİKE
Ormanlık alanlarda ya da korunması gereken alanlarda da maden izinleri veriliyor mu? Bunların oranları nasıl?

Madencilik faaliyetlerinde, ormanları ve korunan alanları ayrı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Devlet ormanı olarak adlandırılan ve orman alanı olarak belirlenmiş ancak herhangi bir koruma statüsüne sahip olmayan ormanlarda, madencilik faaliyetleri yürütebilmek mümkündür. Bunun için, ilgili Orman Müdürlüğü’ne gerekli evraklar doldurularak iletilir ve Orman Müdürlüğü’nden gerekli izinler alınır. Bu durum; ormanları, madencilik faaliyetleri için kolay ulaşılabilir hale getirmektedir. Ormanlara yönelik herhangi bir koruma olmadığından tüm koruma süreçleri; eğer proje Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) sürecine tabi ise ÇED’e bırakılmaktadır.

Bununla birlikte, projelerin ÇED süreçlerinde gerekli esaslar belirlenerek ya da Cumhurbaşkanlığı iznine bağlı olarak farklı koruma statüsüne sahip koruma alanlarında da madencilik faaliyetleri yürütülmektedir. Örneğin, TEMA Vakfı olarak şimdiye dek gerçekleştirdiğimiz çalışmalardan elde ettiğimiz verilere göre; bir ya da birden fazla koruma statüsü ile korunan alanların Kaz Dağları’nda %55’i, Muğla’da %57’si ve Artvin’de %47’si madencilik faaliyetleri için ruhsatlı haldedir.

Diğer iller için de bu projeleriniz devam edecek mi?

Ülkemizin maden ruhsatları ile ilgili genel tablosunu çıkarabilmek amacı ile çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Ancak gerek çalışmaların maliyetli olması gerekse veriye ulaşma sürecinin yeteri kadar şeffaf olmaması sebepleriyle çalışmalarımızı öncelikle madencilik faaliyetlerinde öne çıkan illerimiz için sürdürmeyi planlıyoruz.

‘MADEN ALANLARI ARTACAK’
Genel olarak son zamanlarda maden ruhsatı verilen alanların artmasını neye bağlıyorsunuz?

Mevcut maden politikalarında; tarımsal üretimin, insan sağlığının, turizmin ya da kadim kültürel değerlerin ön planda tutulduğunu söylemek mümkün değildir. Bu politikalar daha ziyade; detaylı planlama, uzun dönemli projeksiyonlar yapılmadan, gelecek kuşakların hakları gözetilmeden sürdürülmektedir. Böyle bir anlayışla devam edildiği sürece maden alanları artacaktır. Örneğin, Çanakkale, ülkemizin, tarımsal üretimi ve doğal varlıklarıyla öne çıkan; aynı zamanda iklim değişikliğinin etkileri sebebiyle kuraklık çeken bir ilidir. Tüm bunlara rağmen, bugün Çanakkale’de neredeyse birbiriyle yan yana birden fazla altın madeni projesi mevcuttur ve bu sayı artacaktır.

Bu alanların hepsinde maden çalışması yapılırsa günümüz ve geleceğimiz açısından nasıl bir sonuç ortaya çıkacak? Nasıl bir kader bizi bekliyor?

Öncelikle, madencilik faaliyetlerinin doğaya ve yaşam alanlarına her koşulda etkisi vardır. Bu etki, madenin grubuna göre değişmektedir. TEMA Vakfı olarak, bu alandaki çalışmalarımızı dördüncü grup kömür ve metalik madenciliğe yoğunlaştırıyoruz. Bu grubu çalışmamızın nedeni; dördüncü gruptaki madenlerin çok geniş ruhsat alanlarına ihtiyaç duymaları, pek çoğunun kimyasal yöntemlerle üretim yapmaları, özellikle bu gruba giren madenlerin su varlıkları üzerinde yoğun baskı yaratmalarıdır. Dolayısıyla bu maden grubunun yarattığı doğa yıkımlarının geri dönülmez ve büyük olmasıdır. Başka bir ifadeyle, bu grupta yer alan maden türleri, çok geniş alanlarda faaliyet göstermekte ve üretim sırasında yoğun su tüketimi ve kirlilik yaratmaktadır. Metalik madencilikte ise özellikle lifli madenciliğin hem doğal varlıklar hem de insan sağlığı için bedeli oldukça ağır olmaktadır.

Madencilik faaliyetlerinin görülen ilk etkisi, geniş ekosistem/doğa alanı kaybıdır. Ekosistem, insan bedeni gibi düşünülebilir. İnsan vücudunun her parçasının birbiriyle uyum içinde çalışması sonucu, beden de sağlıklı bir şekilde var olmaktadır. Doğanın sistemi de aynı bu şekilde işlemektedir. Doğa; toprağıyla, suyuyla, üzerinde yaşayan canlıları ile bir bütündür ve bu bütün ancak uyum içinde çalıştığında var olabilir. Bu sistemlerin kurulması milyonlarca yıl alır. Örneğin, maden faaliyetleriyle tahrip olan bir alanda taşınan toprağın üstüne fidan dikilerek Kaz Dağları ekosistemi eski haline getirilemez. Kaz Dağları’nın toprağı, toprağın içinde yaşayan canlıları, üzerindeki endemik türleri ile kendine has milyonlarca yıllık bir hikâyesi vardır. Bu ekosistem, milyonlarca yıl içinde birçok sıcak ve soğuk dönem görmüştür; eteklerindeki suyun akışı, denizinin kıyıları değişmiştir. Kaz Dağları’nı bu kadar özel hale getiren yaşadığı tüm bu değişimlerdir. Madencilik faaliyetlerinde ise önce toprağın üzerinde oluşmuş doğal yaşam, ardından o doğal yaşamın temelini oluşturan toprak sıyrılmaktadır. Bu durumda, artık uyumla çalışan bir ekosistemden söz etmek mümkün olmamaktadır. Madencilik faaliyetleri sebebiyle uyumla çalışan sistemde büyük bir yara açılmaktadır. Bu kadar çok yaranın, aynı anda bir coğrafyada açılması; kendine has niteliklere sahip o ekosistemin ve oradaki doğal yaşamın kaybedilmesi anlamını taşımaktadır.

‘KABUL ETMEK İSTEMİYORUZ’
Değinilmesi gereken bir başka nokta ise; Türkiye’nin bir Akdeniz Havzası ülkesi olması sebebiyle iklim krizinin etkilerinin en çok hissedileceği ülkelerden biri olmasıdır. Daha evvel belirttiğimiz gibi, madencilik faaliyetleri önemli oranda su tüketimine neden olmaktadır. Bugün madencilik faaliyetleri için madenlere su tahsis edilmektedir. Fakat bölge insanları susuzluk çekmekte; geçmişte ulaşabildikleri kaynak sularına bugün ancak tankerlerin içme ve kullanma suyu taşımaları ile erişebilmektedirler.

Son olarak özellikle metalik madencilikte en önemli sorunlardan biri ağır metal kirliliğidir. Bu kirlilik hem liçlemeden hem de atık toprak ve kayaçların yüzey üstüne çıkarılmasından kaynaklanmaktadır. Ülkemizde yapılan bilimsel çalışmalar ve havza planlarına düşülen notlar, özellikle metalik madencilik yapılan alanlarda yüksek ağır metal oranlarına dikkat çekmektedir.

Sonuç olarak, bahsedilen yöntem ve şekillerde devam eden maden politikaları sebebiyle; coğrafyamızı ağır ekosistem kayıpları, tarımsal ürün kayıpları, su yoksunluğu, canlı tür çeşitliliği ve yaban hayatı kayıpları ve sağlık sorunları beklemektedir. TEMA Vakfı olarak böyle bir kaderi kabul etmek istemiyoruz.

Ülke yönetiminin nasıl bir maden politikası yürütmesini tavsiye edersiniz?

Bugün tüm insanlığı tehdit eden, hayat pratiklerini bütünüyle değiştiren COVID 19 salgınının doğal alanların kaybı ile ilişkisi, birçok bilimsel çalışmada ortaya konmuştur. Üstelik iklim krizinin COVID 19 salgınından çok daha ciddi bir sorun olduğu her gün dünya kamuoyunda ısrarla dile getirilmektedir. Bu bilimsel verilerden yararlanmalı ve ülke olarak başta toprak olmak üzere tüm doğal varlıklarımıza koruma bilinciyle sahip çıkmalıyız.

Ülkelerin karbon salım azaltma hedeflerini konuştuğu, Avrupa’nın “Yeşil Mutabakatı” uygulamaya koyduğu bir dünyada, kömür madenciliği; doğal yaşamın, tarımsal üretimin ve su varlığının yaşamsal öneminin güçlü bir şekilde anlaşıldığı bir dönemde, liçli madencilik faaliyetleri gündemimizde yer almamalıdır. Bu sebeplerle, öncelikle kömür madenciliği ve liçli madencilik uygulamalarından vazgeçilmesi için harekete geçilmelidir. Geri kalan madencilik türleri için; madenciliğin nerede ve nasıl yapılacağını tartışan, planlayan, bu planlamaları yaparken bilimsel verilere dayanarak kararlar alan bir anlayışa ihtiyaç vardır. Kamu sağlığını, yaşam hakkını, ekosistem haklarını temel alan bir kamu yararı anlayışı ile hareket edilmelidir. Madencilik faaliyetlerinin; projelendirme, uygulama ve sonrası süreçlerde şeffaf, izlenebilir ve denetimlerin doğru ve etkin yapıldığı bir anlayışla sürdürülmesi talep edilmelidir.

Aynı zamanda mevcut madencilik anlayışının tekrar değerlendirilmesi gerekmektedir. “En değerli doğal varlıklarımızı feda ederek, toprağı alt üst ederek yerin altından madenleri çıkarmaya değer mi?” sorusunun sorulması gerekmektedir. Yerin altından ziyade yerin üzerinde geri dönüştürülmeyi bekleyen elektronik atıklar gibi değerli ham maddeleri içeren atıkların, doğru bir şekilde yönetilmesi ve dönüştürülmesi acilen düşünülmelidir. Atık azaltan, dönüştüren ve doğal varlıkların korunmasına katkı sunan uygulamalar teşvik edilmelidir. (Örneğin Belçika’da metallerin geri kazanılması ve geri dönüştürülmesine odaklanan bir şirket 2019 yılında sadece bu iş ile 11 bin 100 kişiyi istihdam ederken 3,4 milyar euro ciro yaratabilmektir.)

‘UMUT HEP BİZİMLE’
TEMA Vakfı’nın sloganı, “Umut Yeşertiyoruz”. Bütün bunlara bakınca gerçekten umudumuzu yeşertecek bir durum var mı?

Yaşamın olduğu her yerde her zaman umut da vardır. İnsanlık bugüne kadar elde ettiği tüm hakları hak talepleri yaparak kazanmıştır ve aynı durum ekosistem hakları ve gelecek nesillerin hakları için de geçerli olacaktır. TEMA Vakfı olarak bunu biliyor; bilime ve bilimsel bilgiyle hukuk temelli hareket etmenin gücüne inanıyoruz. Yaşamlarımızın doğaya bağlı olduğunu, insan yaşamının ancak doğadan yana olduğumuz sürece devam edebileceğini biliyoruz. TEMA Vakfı olarak bugüne kadar elde ettiğimiz başarıların ardında da bu yaklaşım vardır. Umut hep bizimle…