Tarımın 2020’de anlaşılan önemini 2021’de ne yapacağız?
Dr. Erhan Ekmen
Her yılbaşı geldiğinde klasik birkaç değerlendirme yapılır, yeni yıla ilişkin temennilerde bulunulur ve birkaç hafta içinde iddia edilenler unutulur. Bu yıl da eskisi gibi yine aynı şeyi yaptık. Bu sene gündeme damgasını vuran salgın hastalığın da etkisiyle herkesin aklında şu sözler kaldı; “2020 yılında tarımın önemini anladık, inşallah 2021 yılında gereken önemi verdiğimiz bir yıl olur”. Yıllardır fark edilemeyen birçok tehdit bir anda toplum tarafından algılanır, yetkililer tarafından çok konuşulur oldu. “Her musibette bir hayır vardır” misali bu durumu iyi değerlendirmek lazım. Gerçekten “bu sefer bir şeyler yapabilir miyiz”, birlikte değerlendirelim.
Değerlendirmeye başlamadan önce bütün bu duruma neden olan salgın hastalığın aslında bütün Dünyanın en önemli gündemi olmadığını fark edelim. Neredeyse son yüzyıldır yeryüzünde yaşamı derinden sarsacak kadar büyük hiçbir doğal felaket ve hastalık yaşanmadı. İnsanlığın gördüğü onlarca milyon insanın öldüğü son felaket yine insan eliyle yapılan II. Dünya Savaşı oldu. Bu büyük felaketten bu yana küresel çapta başka acılar yaşanmadı diye biliyoruz ama maalesef durum öyle değil. Çünkü yeryüzündeki insanların yarıya yakını halen açlık, yoksulluk ya da savaşlarda kafalarına yağan bombalar nedeniyle zaten hayatta kalma mücadelesi veriyor. Yani Covid-19, onlar için neredeyse lüks kalıyor. Yani Dünya aslında çok daha ağır bir felaketi uzun yıllardır yaşıyor. Üstelik bütün Dünya nüfusuna fazlasıyla yetecek kadar tarımsal üretim yapabilmesine rağmen Dünyanın yarısı sefalet içinde ya aç ya da yeterli beslenemiyor.
Bu dert karşısında aslında çok da ilgisiz kalınmadı diyebilir miyiz bilmiyorum. Son 50 yıldır özellikle de bilim insanlarının baskısıyla başta Birleşmiş Milletler olmak üzere Dünya’nın önde gelen kuruluşları çözümler arıyorlar. Bütün ülkelerin mutabakatı ile önce “Milenyum Hedefleri” ve devamında da “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” belirlediler. Çevre koruma, açlık, adil gelir/refah dağılımı gibi konulardan oluşan bu hedeflere ulaşma konusunda devletler yine gayet gevşek ve maddiyatçı yaklaşımlar sergilediler. Yani ilgilenmiş gibi yapıldığı söylenebilir.
Maalesef iş bu kadarla da kalmıyor. Kendi türüne karşı adil ve dürüst olunmayan insanlık olağan olarak doğaya da saygılı değil. Çok uzun bir süredir yanlış yoğun tarımsal üretim metotları, çarpık yapılaşma, kirlilik, çevre ve orman tahribatları, maden arama izinleri, HES’ler ve termik santraller gibi birçok nedenle doğa zorlanıyor. Zaten kısıtlı olan tarımsal üretim kaynakları yok ediliyor. Bir de bunlara son günlerde etkisi iyice hissedilmeye başlayan küresel ısınma, iklim değişikliği de eklenince bizi bekleyen asıl tehlike yeni üst bir seviyeye ulaşıyor. Dünyanın biz insanlara ihtiyacı yok ama bizim ona mutlak ihtiyacımız var. Ya bugüne kadar yaşadıklarımızdan ders alıp sahip olduğumuz bilgi ve teknolojiyi doğru şekilde kullanacağız ya da ellerimizle kendi sonumuzu hazırlamaya devam edeceğiz.
İşte böyle kötü bir gidişat içindeyken karşılaştığımız bu salgın, aralarında bizim de olduğumuz daha ziyade gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin sorunu gibi görünüyor. Açıkçası Dünyanın yarıya yakını gıdanın dolayısıyla da tarımın önemini zaten uzun yıllardır acı çekerek biliyor. Bizler ise ortada bir tehlike olduğunu daha yeni hissetmeye başladık.
Salgında can korkusuna rağmen gıdanın aşıdan bile değerli olduğunu gördük. Büyük ihtimalle 2021’de salgın hastalık bitecek ama etkilerini daha uzun yıllar yaşayacağız. Yeni bir yaşam tarzına doğru gidiyoruz. Sanal ortamda takip edileceğimiz çipler mi takılacak gibi uçuk iddialar tartışılırken yıllardır sinsice yaklaşan başka bir tehdit artık kendini daha belirgin olarak göstermeye başladı. İklim değişikliğinin etkilerinin daha fazla görüldüğü bir döneme giriyoruz. Çevre koşullarını değiştiren bu etki, en fazla doğayı dolayısıyla da tarımı yani gıda üretimini etkiliyor. Bu etkilerin giderek artması sonucu, gıda üretim planlaması yapmayan ülkeleri isyanlar ve daha sonrasında gıda ve su savaşları bekliyor. Belki de sadece önümüzdeki 7-8- yıl içinde yeniden şekillenmekte olan dünya düzeni çok daha acımasız bir hayatı karşımıza çıkartacak. Hatta paranız olsa dahi gıdaya ulaşamadığınız bir durumla karşılaşabilecek. Salgında ülkelerin ilk önce kendi ihtiyaçlarını karşılamak için gıda ihracatlarını kapattıklarını unutmayalım.
Bu durumda gıdaya ulaşım bakımından ne durumdayız? Ülkemiz açısından Allah vergisi doğal kaynaklara sahip olduğumuz ve Allah’a şükür kendi gıdamızı üretebilecek güçte olduğumuz rahatlıkla söylenebilir Peki, kişi başına tüketimde dengeli ve yeterli beslenme için ulaşabildiğimiz gıda bakımından da durum yine aynı şekilde sorunsuz mu? Cevap için bugün ülke gündeminde ne konuşulduğuna bakmak gerek.
Gündemde salgın hastalıktan daha fazla geçim sıkıntısı konuşuluyor. Hane halkı gelirleri arasında asgari ücretle geçinen vatandaş sayısı hızla artarken, bu gelir içinde gıdaya ayrılan pay da giderek artıyor. Bu durumu kısaca açıklayalım. Gıda fiyatları, toplam hane halkı içinde vazgeçilmez temel harcama kalemini oluşturur. Bu ihtiyaç karşılandıktan sonra sıra diğer ihtiyaçlar için harcama yapılmasına gelir. Refah düzeyi yüksek ülkelerde gıda, barınma, eğitim, sağlık, ulaşım gibi giderlerden sonra, giyim kuşam, tatil, eğlence ve hobiler için de insanlara para kalmakta bir de üzerine birikim yapabilecekleri imkanlar çıkmaktadır. İşin daha da kötüsü döviz kuru ve enflasyon nedeniyle sabit asgari ücrete bağlı gelirinizin satın alma gücü giderek azalırsa durum içinden çıkılmaz bir hal alır. Eğer toplam gelir içinde gıda için yapılan harcamalar büyük pay alıyorsa, o ülkede insanlar karın tokluğuna çalışıyor demektir. Bu durum 21. yüzyılda modern kölelik olarak nitelendirilmektedir. Ülkemizde asgari ücret seviyesinde gelire sahip vatandaşlarımızın tahmini sayısı 6 milyon işçi, 12 milyonu emekli, 5 milyon çiftçi üzerinden hesaplanabilir. Bir de bu toplama aynı gelire sahip memur, küçük esnaf ve bir de gelirsiz işsiz eklenirse; en iyimser tahminle 50 milyonun üzerinde bir nüfusun toplam harcamalarında gıdadan başka masrafı olmadığını iddia edebiliriz. Çözüm olarak, bu insanların gıdaya yaptıkları yüksek harcamayı tarımsal üretimi artırarak düşürmeyi düşünebilirsiniz. Ama çiftçi de gün geçtikçe üretimde zorlanıyor. Girdi fiyatları artıyor, modern teknoloji pahalı ulaşılamıyor. Pazarlamada aracı çok, fiyatlar aşırı artıyor. Verilen emek ve harcanan paraya karşılık alınan düşük fiyatlar nedeniyle gelir sürekli azalıyor. Üstelik tarımda inatla üretime devam eden bu çiftçiler hızla yaşlanıyor. Böyle giderse belki de 10 yıl içinde tarımımızı ülkemizdeki mültecilerin işçi olarak çalıştığı büyük yabancı sermayeli şirketlere bırakacağız.
Bu arada yukarıda sayılan çiftçileri kendi gıdasını üretiyor diye avantajlı olduklarını sanabilirsiniz. Ama işin aslı ne yazık ki öyle değil. Küçük bir çiftçi bütün gıdaları üretemez. Onun da dışarıdan parayla satın alması gereken gıdalar ve diğer ihtiyaçlar vardır. Bu durumda milletin karnını doyuracak çiftçi bile kendi karnını doyurmakta zorlanır duruma düşebilmektedir. Eğer ülkede gıdanızı üreten ve onu kapınıza kadar getiren kişiler asgari yaşam standardının altında hayatlarını sürdürmek zorunda kalır ve işi bırakırlarsa bir kere daha düşünmelisiniz. Cebinizde paranız olsa dahi gıda bulamayabilirsiniz.
Buraya kadar içinde bulunduğumuz durumu ortama koymaya çalıştım. Şimdi böyle bir ortamda, 2021 yılında önemi iyice anlaşılan tarım sektöründe ne yapacağız diye düşünelim.
Önce kendimize bazı sorular soralım. Nereden başlayacağız, neye öncelik vereceğiz, hangi parayla, kiminle, nasıl yapacağız sorularını sormalıyız. Bugüne kadar benzer sorulara çözüm için üretilen politikalarda nerede hata yaptık. Her şeyi devletten beklemeye devam mı edeceğiz. Devlet destek versin, mevzuat çıkartsın, sorumlu birim kursun, o birimdeki memurlar bizim sorunlarımızı çözsün gibi düşünenler hala var mı ? Belki de en önemli soru, acaba gelişmiş dediğimiz ülkelerde benzer sorunlar nasıl çözmüşler. Bizim neyimi eksik, nelerimiz fazla. Biz de yapamaz mıyız?
Şimdilik bunları biraz düşünelim. Sonra cevaplar üzerinden tartışırız.
Bir de işin bütçe kısmına bakalım. Burada olağan olarak akla ilk gelen 2021 yılı için 51,5 milyar TL olarak belirlen tarım ve orman bütçemiz oluyor. Bu tutar personel giderleri, yatırım harcamaları, ormancılık faaliyetleri ile ilgili kalemlerden ve tarımsal desteklemelerden oluşuyor. Bu sene de yine bütçede en fazla tartışılan konu destekleme için ayrılan 24 milyar TL tutarındaki pay oldu. Tartışmaların nedeni, 2006 tarihli 5488 sayılı Tarım Kanunundan kaynaklanıyor. Kanunun 21. Maddesinde ”Tarımsal destekleme programlarının finansmanı, bütçe kaynaklarından ve dış kaynaklardan sağlanır. Bütçeden ayrılacak kaynak, gayrisafi milli hasılanın yüzde birinden az olamaz.” ifadesi yer alıyor. Bu hükme göre; 2021 yılı için 5,6 trilyon TL olan Türkiye’nin Gayri Safi Milli Hasılasının (GSMH) %1’i olan 56 milyar TL’nin destekleme için verilmesi gerekmektedir. Yani halen destekleme için ayrılan 24 milyar TL 2,5 kat daha arttırılmalıdır. Ama şu anda Bakanlığa bütün harcamaları için verilen 51,5 milyar TL bile bu miktarın altında kalmaktadır.
Durumumuza daha iyi anlamak için, son günlerde tekrar yüzümüzü döndüğümüz AB ile basit bir mukayese yapabiliriz. AB Komisyonu tarafından 2021-2027 arası uzun vadeli AB Bütçesi 1,074 trilyon Avro, bunun içinde 2021 yılı bütçesi de 165 milyar Avro olarak kabul edildi. AB’de bizdeki gibi GSHY’ya göre belirlenen bir taban limit uygulaması olmamasına rağmen bütçenin yaklaşık %35’i tarıma ayrıldı. Avrupa’daki çiftçileri desteklemek için Ortak Tarım Politikasına 55,7 milyar Avro, ilaveten balıkçıları desteklemek için Avrupa Denizcilik ve Balıkçılık Politikası Fonuna 760,7 milyon Avro verilecek. Tarımsal desteklemeler açısından AB’deki toplam yaklaşık 56,5 milyar Avro ile bizim 24 milyar TL’yi karşılaştırma yaptığımızda kur farkının da etkisiyle yaklaşık 25 kat civarında bir fark olduğunu söylemek mümkün. AB ülkelerinde tarım ve balıkçılık AB ortak bütçesinin yanı sıra milli bütçeden de desteklenebiliyor. Yatırımlar ve idari işlemleri için her ülke ilaveten kendi bütçesini oluşturuyor. Yani ülkeler bazında bu bütçeler daha da artabiliyor.
Bu mukayesenin ardından benim aklıma 2 soru geliyor.
İlk soru AB ile ilgili: AB salgın hastalıkla mücadeleye yönelik tedbirlerden daha fazla parayı daha yeşil bir Avrupa’ya ulaşmak için harcama kararı aldı. Acaba Avrupa niçin tarıma salgın hastalıktan daha fazla önem verdi?
İkinci soru ise bizimle ilgili: Tarımsal ekonomik büyüklük dikkate alındığında ülkemiz AB ülkeleri arasında 1. sırada yer almaktadır. Bir başka deyişle; daha az destek alan Türk Çiftçisi, Avro üzerinden yapılan bu sıralamada kur farkından dolayı aynı ürünü 10 kat daha ucuza satmak zorunda olmasına rağmen, AB çiftçisinden daha fazla ekonomik büyüklük oluşturmuştur. Türk Çiftçisi bu mucizevi başarıyı nasıl gerçekleştirebilmektedir?
Üstelik ülkemizde şartlar, iki açıdan çiftçinin aleyhine işlemektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz hane halkı geliri içinde yüksek oranda paya sahip gıda harcamaları nedeniyle enflasyon hesaplamalarında en büyük olumsuz etki gıda fiyatlarından kaynaklanmaktadır. Bu durumun oluşturduğu enflasyonist baskı nedeniyle piyasada özellikle çiftçi fiyatları enflasyon karşısında yeterince artamamaktadır. Öte yandan çiftçinin üretim maliyetleri içinde yer alan girdilerin fiyatlarındaki dövize endeksli aşırı artış nedeniyle oluşan yük de çiftçiye yüklenmektedir. Yani emeğinin karşılığını alamayan çiftçiyi bir de maliyetler vurmaktadır. Sonuç olarak çiftçi zaten yetersiz olan geliri, daha eline geçmeden eritmektedir. Bu durumda yukarıda gerçekleştirilmesi mucize olarak nitelendirdiğimiz başarı, matematiksel olarak imkansız hale gelmektedir.
Bu mucizeden öte imkansız başarının ardındaki gerçek neden çiftçinin fedakarlığından kaynaklanmaktadır. Yıllardır yapılan etki değerlendirme araştırmalarına göre; verilen desteklerin çiftçinin üretimine bir etkisi olmadığı görülmektedir. Yani çiftçi destekleme olmasa da üretmeye devam etmek durumundadır. Ama cefakârlıkla sürdürülen bu durumun bedavaya cefakârca bu şekilde devam etmeyeceği aşikârdır.
Mevcut durumu tespit ettikten sonra bir de geleceğe bakalım. Öncelikle iklim değişikliğinin tarım üzerinde giderek artan etkisinden bahsettik. Ama bizi bekleyen daha yakın bir tehlike daha var. Her yıl çiftçilerimiz 3 yaş yaşlanıyor. Şimdi bu nasıl hesap diyebilirsiniz. Geçen sene çiftçilerimizin 52’ye dayanan yaş ortalaması, gençlerin tarımı terk etmeleri nedeniyle ortalamayı hızla yükseltmektedir. Bu hesaba göre; çiftçilerin 5 yıl sonra yaş ortalamaları 65’e dayanacaktır. Bugün hala güç bela her koşulda imkansızı gerçekleştiren çiftçi, o zaman geldiğinde geçimini nasıl sağlayacak. Bu durumda Türk Halkını kim doyuracak? Başta tüketiciler olmak üzere herkes kendisine ne yapmalıyız sorusunu acilen sormalıdır.
Dünyanın her yerinde benzer durumlarla karşılaşmakta ve ağırlıkla gelişmiş ülkelerde çözümler kooperatifler aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Geçen yıl pandemi ile mücadelede kooperatiflerin sahada hükümetlerden daha etkili ve başarılı oldukları görülmektedir. Artık dünden daha adil ve daha paylaşımcı bir dünya yaratmaya başlamamız gerekiyor. On binlerce yılda oluşturduğumuz insani yüce değerlere dayalı ve doğaya saygılı, aklı ve vicdanı her yerde ve her alanda Bilim ve etikle buluşturan bir yaşam tarzına geçmek zorundayız.
Ya insanca hep birlikte daha iyi bir Dünyada yaşayacağız ya da Dünya kısa bir süre sonra biz insanlar olmadan dönmeye devam edecek…
Açlığın, fakirliğin, savaşların, hastalıların olmadığı, bolluk, bereket, refah, barış ve huzur içinde yaşanılan, doğaya zarar vermeden kaynaklarını koruyarak sürdürülebilir kullanacağımız bir Dünya mümkün.
Takvimlere göre bu değerlendirmede 2 bin yıl bitirdik. Yeni Millenyum dediğimiz üçüncü bin yıllık Döneme girdik. Hatta Üçüncü bin yılda %2’lik kısım olan ilk 20 yılı bitirdik bile… Gerçekten zaman hızla akıp geçiyor.
Doğru yolu bulacağımıza inanıyorum. Benim inancım ve umudum var. Çocuklarımızın geleceği adına inadına umutlarımızı korumak zorundayız. Bu umutla; Yeni Yılın hepimize sağlık, mutluluk, huzur, bereket getirmesini ve güçlükler karşısında hep birlikte GÜÇBİRLİĞİ yaptığımız bir yıl olmasını diliyorum.