Sosunda lezzet, gazında şiddet: “Biberin öyküsü” – 2
Türkçemizde bazı kelimeleri başına koyduğumuz eklerle belirginleştiriyoruz; kendi içinde çok farklı duyguları ifade eden sözcükleri bu yolla şekillendiriyoruz. Acı da bunlardan biri ve belki de en belirgin olanlarından. Gönül yarası ile hasret üzüntüsünü, belli bir ağrının/sızının vücuda yayılan feryadıyla biberin ağız yakan lezzetine “acı” diyoruz. Kim bilir buraya eklenebilecek sizlerin de ne çok örnekleri vardır! Ama yazımı bitirmeye çalışırken öyle bir acı hissettim ki; inanın en iddialı biberi bile dilime değdirsem bu kadarını yaşayamazdım. Kendimi bildim bileli izlediğim, yazılarını keyifle beklediğim değerli büyüğüm Aydın Engin‘i kaybetmenin acısı içindeyim. Yaşamı kendi tanımıyla eğreti olarak yaşadığı, sürgünlerde aşçı, taksici, forklift operatörü ve farklı işlerin emekçisi olarak geçen, mahpushanelerin dar mekânlarında çile doldurarak zamanı birbirine eklese de gazeteciliğini hiç bırakmayan, tiyatrocu, yazar Aydın Engin’in kaybını gerçekten acıyla hissettim. Başta eşi Oya Baydar‘a ve tüm sevenlerine başsağlığı ve sabır dilerim. Acın hep hatırlanacak “Tırmıklı”, “Baykuşlu” Aydın Abi; ışıklar yoldaşın olsun…
Geçen haftaki yazımı okuyanlar hatırlayacaklardır, MÖ 7500’lü yıllardan beri Aztek Kültüründe bilinen, 5000 yıldan beri de evcilleştirilmiş olarak tarımı yapılan “biber” bitkisinin 1493 yılında Kolomb’un Amerika kıtasına yaptığı ikinci yolculuğuna katılan Dr. Diego Alvarez Chanca tarafından İspanya’ya getirildiğini söylemiş ve bu konudaki tanıtıcı ilk yayının da yine onun eliyle 1494 yılında yayınlandığını söylemiştim.
İlk yıllarda İspanya ve Portekiz’in manastır bahçelerinde botanik merakı olan keşişler tarafından yetiştirilen biber fideleri, çok kısa bir süre içinde komşu ülkelere yayılmış; 1498’de yılında Ümit Burnu’nu dolaşarak Doğu Afrika üzerinden Hindistan’a giden bir rota keşfeden Portekizli kâşif Vasco de Gama sayesinde kendine çok uygun doğal koşullar sunan Asya topraklarına taşınmış!
Bugün mutfağımızın vazgeçilmezi durumunda olan Amerika’dan getirilen farklı sebzeler de var ama biberin farklı kıtalar üzerinde yayılması onlardan çok hızlı olmuş. Her birinin ardında farklı bir kültür yolculuğu olan, domates, patlıcan, patates, tatlı patates, ananas, mısır, yer fıstığı, ayçiçeği, balkabağı, kaju fıstığı, fasulye, tütün gibi Amerika kıtasına özgü diğer ürünler de ticaret, korsanlık, savaşlar, misyonerler, kaçakçılık gibi çok çeşitli kanallardan dünyanın her yerine yayılmış; farklı mutfak kültürlerinde çok farklı şekillerde sofraya gelmiş!
Osmanlı’da biber
Acı biberin Osmanlı İmparatorluğu topraklarıyla ve o yıllarda geniş coğrafyasında yaşayan insanların damaklarıyla tanışması da çok geç olmamış. Yapılan araştırmalarda gördüğüm şekliyle topraklarımıza biberin üç değişik noktadan girme ihtimali üzerinde duruluyor. Bunlardan ilki Portekizli kâşif Vasco de Gama ile Güney Afrika kıyılarından Hindistan’a ulaştıktan sonra Asya kıtasına yayıldığı ve ipek yolu sayesinde Basra Körfezi, Kızıldeniz yolu ile önce Suriye’ye sonra da buradan Türkiye’ye girdiği. Bir başka tahmin de İspanya’dan kolayca Fas’a geçen biberin önce Mısır’a buradan da yüzyıllardır devam etmekte olan İskenderiye limanı merkezli deniz ticaret yoluyla Kıbrıs, İskenderun üzerinden İstanbul’a vardığı. Bir başka tez de ilkine benzer şekilde; Hindistan’dan önce tüm Asya Kıtasına yayılan biberin, Afganistan ve İran üzerinden topraklarımıza girdiği ve sonunda İstanbul’a ulaştığı şeklinde.
Denilen o ki, hangi yolla gelmiş olursa olsun, topraklarımıza 15. yüzyıl sonu ila 16. yüzyılın ilk yarısı arasında giren biberin, Osmanlı İmparatorluğu ile ticaret yapan çok ülkeye taşındığı, karabibere rakip olarak farklı coğrafyalara pazarlandığı biliniyor. Biber, Fatih’in İstanbul’u alması sonrasında bir yanıyla Osmanlı, bir yanıyla da Roma İmparatorluğu tarafından kontrol edilen ticaret yolları sayesinde Avrupa’da ve Orta Doğu’da da yaygın olarak dikilip yenilir hale gelmiş. Bugün kendine özgü bir şekilde biber üretimi ve kullanımında rekabet halinde olan Macaristan’a Osmanlı eliyle giren biber “paprika” olarak isimlendirilmiş ve sosyal yaşamın, gündelik kültürün bir parçası olmuş. Bugün Macar halkının çok sık kullandığı “biber gibi olmak” tabiri o yılları hatırlatırcasına dillerine yerleşmiş, öfkeli, sinirli veya heyecanlı anlamında yüzyıllardır kullanıldığı için paprikayı neredeyse Macaristan’ın ulusal kimlik sembolü, cesaret abidesi haline getirmiş. Yolunuz Macaristan’a düşerse masanızdan biberi eksik etmeyin, bence onların “güçlüyüz çünkü biber yiyoruz” sembolünü sofranızda bulundurun.
https://t24.com.tr