Meteoroloji Mühendisleri Odası: “Bu seneyi kaybettik, kuraklık artarak sürecek”
Orhan Şen: Bu seneyi kaybettik, kuraklık artarak sürecek
Meteoroloji Mühendisleri Odası Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Orhan Şen’e göre Türkiye artık Akdeniz ikliminin dışında. Bu tespit, kış aylarındaki sıcaklığı, kar yağışındaki düşüşü yeteri kadar açıkladığı gibi, geleceğimizin susuz yazlara gebe olduğunu da gösteriyor. Şen’e göre iklim krizine karşı küresel, ulusal ve toplumsal ölçekte yapılması gerekenlerden geri durduğumuz sürece büyük felakete freni patlamış kamyon hızıyla savruluyoruz.
Dünya ölçeğinde iktidar savaşları, devasa şişkinlikteki kapitalist tekellerin kâr hırsı devam ederken canlıların ayaklarının altındaki toprak hızla kayıyor. Kutuplarda buzulların erimesi, korkunç fırtınalar, sel baskınları, kuraklıklar, buna bağlı insan ve diğer canlıların dramatik göçleri, kıtlık-kıran belgesellerin veya iklim krizine çare arayışındaki bir avuç insanın konusu olmaktan çoktan çıktı.
İstanbul gibi yirmi milyona yakın insanın yaşadığı devasa bir kent susuzlukla karşı karşıya. Ocak ayında Ankara’da hafif bir montla dolaşmak “mümkün”. Her yıl metrelerce kar yağışı gören bölgeler, Ocak ayı itibariyle hâlâ dağlardaki beyazın aşağıya inişine tanık olamadı. Bu yaz pek çok bölgede su kıtlığı yaşanacağı, bunun tarımsal üretime, milyonlarca insanın ve diğer canlıların hayatlarına doğrudan yansıyacağı göz önüne alındığında trajedinin boyutları katmerleniyor. Ama esas trajedi, bu gidişatın istisnai değil kalıcılaşmaya başladığı ve artarak devam edeceği gerçeği.
Meteoroloji Mühendisleri Odası Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Orhan Şen’in tespit ve uyarılarına kulak verelim…
Kışın çetin geçtiği bölgelerde bile bu sene neredeyse sonbahar havası hâkim. Bazı uzmanların bunu kuraklığın, kıtlığın habercisi olarak değerlendirmesi üzerine bir arkadaşımız “kendimi bildim bileli böyle felaket senaryoları çiziliyor, mahvolduk deniyor ama bir şey olmuyor” diyordu. Sizin yorumunuz nedir?
Mecazen söylüyorum ama bazı insanların gözü görmez ve “ben görmüyorsam yoktur” der. Müsbet bilime inanmayan kişilere cevap yetiştirecek, onu inandırmaya çalışacak durumda değilim. Samsun’daki, Hatay’daki, Giresun’daki sel baskınlarını, İstanbul gibi bir şehrin dip suyunun da kullanılması halinde 50 günlük suyunun kaldığını görmeyen göze ne denebilir? Ortada bir afet var ve bu afetin derecesi çok önemli.
Nedir afetin derecesi?
Giresun’da sekiz kişi hayatını kaybetti. Bunun doğayla bir ilgisi yoktu. Bu doğal bir afet değildi. Giresun’da daha önce de yoğun yağış sonrası seller olmuştur ama o seller dere yatağından akıp gitmiştir. Fakat sen selin geçtiği dere yatağına bina yaparsan sıradan bir doğal olay insanın felaketi olur. Öyle de oldu, oluyor. Afetle doğal olayları karıştırmamak gerekiyor. İstanbul’da 50 günlük su kalmış. Peki bu nasıl bir afete dönüşür? Bir şehirde 20 milyon insan yaşıyorsa, bu afete davetiyedir. Eğer İstanbul’un nüfusu 1 milyon olsaydı, şu anki su 250 yetecekti. Doğal olayları afete çeviren biziz yani.
UYUM SAĞLAMAZSAK DOĞAL HAREKETLER AFETİMİZ OLUR
Aynı şey küresel ölçekte de geçerli, değil mi?
Elbette. Dünyanın 4,5 milyar yıllık geçmişi var. 3,5 milyar yıl önce atmosfer oluşmuş, 500 milyon yıl önce ilk canlılar, 3 milyon sene önce de bize benzeyen ilk insanlar ortaya çıkmış. Bu dünya üç defa arka arkaya buzul çağları geçirdi, canlılar mağaralara çekildi. Canlılar doğaya uyum sağlayarak, evrimleşerek, avlanma stillerini değiştirerek var olmuş. Yeryüzü, buzulların ta Alplerin aşağısına, Cebelitarık’a kadar geldiği, Manş Denizi’nin buzullarla kaplı olduğu dönemleri yaşamış. Hatta Bering Boğazı, Asya ile Amerika kıtasının denizle birleştiği yerler buzullarla kapanmış, yaya yolu olmuş, insanlar Amerika’ya o şekilde gitmiş. Yani demem o ki, doğa bize uyum sağlamaz, biz ona uyum sağlarız. Aksi halde doğal hareketler bizim afetimiz olur.
Kutuplarda buzulların hızla erimesi, iklim koşullarının küresel ölçekte kriz halini alması bizatihi insan eliyle olmadı mı?
Tamamen öyle. İklimle meteorolojik durum arasındaki fark şudur: Meteorolojik durum, günlük değerdir. Sıcaklık bugün 15 derece, yarın 18 derece olabilir. İklim bu meteorolojik olayların aynı bölgede 100-200, hatta bin yıllık bir ortalamasıdır. Türkiye, yazları kurak ve sıcak, kışları soğuk ve yağışlı geçen Akdeniz ikliminde. Fakat artık bu ortalamayı yapamıyoruz. Çünkü sıcaklık ortalamaları, yağış miktarları değişiyor. Bu değişimin tarihi de üç-beş yıl değil, son kırk yılda hızlansa da Sanayi Devrimi’ne, 1850’lere kadar gidiyor. Sanayinin gelişmesiyle enerjiye ihtiyaç arttı. Fosil yakıtlar, kömür, doğalgaz, fuel-oil kullanımı had safhaya ulaştı. Böylece atmosferde sera gazları birikti ve küresel ısınma meydana geldi. Bu da meteorolojik ortalamaları değiştirerek uzun vadede iklim değişimine neden oldu. 12 derecelik sıcaklık ortalaması olan bölgelerde bu, 17 dereceye kadar çıktı.
AKDENİZ İKLİMİNDEN ÇIKTIK, ARTIK YARI KURAK İKLİMDEYİZ
Dolayısıyla biz artık Akdeniz ikliminde değil miyiz?
Akdeniz ikliminin etkisinden çıktık, yarı kurak bir iklime girmeye başladık. Yazları kurak ve sıcak, yağış yok, kışları da ılık ve az yağışlı. Yani yarı-kurak iklimdeyiz artık. Sera gazı dediğimiz karbondioksit, metan gazı vs, atmosferin oluşumundan beri var ama bunların ortalaması 250 veya 280ppm iken şu an 430ppm’e çıkmış. Yani sera gazları iki misline çıkarak dünyanın sıcaklığını artırdı. Normalde yerkabuğu bunu absorbe eder ve atmosfere radyasyon olarak verir. Dünyanın etrafında, 3 milyar yıldır var olan bir sera gazı kuşağı bulunuyor. Bu kuşağa çarpan gazların bir kısmı geri döner. Bu sera kuşağı, 1850’lerden itibaren sanayinin gelişmesi ve nüfusun artmasıyla birlikte kalınlaştı. 1 milyar olan dünya nüfusu 9 milyara çıktı. Ürün arttı, fabrikalar çoğaldı, sanayi genişledi ve daha fazla enerji ihtiyacı hasıl oldu. Bunu yaptıkça atmosfere verdiğimiz sera gazı da yoğunlaştı. Atmosfere giden sera gazlarının yeryüzüne dönüşü yoğunlaştı ve dünya ısınmaya başladı.
Kaç derecelik bir ısınma oldu peki?
2 dereceye yaklaşan bir ısınma söz konusu.
2 derecelik ısınma neden felaket olsun?
1 derecelik artış bile atmosferdeki sera gazı yutma kapasitesinden tutun da meteorolojik sistemlerin geliş yollarına kadar her şeyi etkiliyor. Dünyadaki doğal afetlerin yüzde 30 civarında artmasına neden oluyor. İnsan hem bu dengeleri değiştiriyor hem de buna uyum sağlamayı reddediyor. Türkiye’de olduğu gibi, dere yatağına konut yapıyor. Bu böyle olmaz!
Söyleşimize üç temel unsur üzerinden devam edelim. Bu gidişata küresel ölçekte nasıl dur denebilir? Yerel ölçekte, yani devletler bazında neler yapılabilir? Ve tek tek bireyler olarak bizler ne yapabiliriz?
Esas soru bu işte. Meteorolojik sistemlerdeki değişim dünyanın çoğunda olumsuz, bazı bölgelerinde “olumlu” değişikliklere yol açıyor. Örneğin 50 derece enlemlerin kuzeyinde küresel ısınmanın olumlu etkileri var.
AŞIRI YAĞIŞLAR DA KURAKLIĞIN BİR GÖSTERGESİDİR
Nasıl yani?
Kar yağışları azaldı, yağmur arttı ve tarım alanlarındaki verim yükseldi. Akdeniz, Güneydoğu Asya, Afrika bölgelerinde ise kuraklık ve yer yer aşırı yağışlar, seller arttı. Aşırı yağışlar da kuraklığın bir göstergesidir. Türkiye’nin, Yunanistan’ın veya Brezilya’nın atmosferi diye bir şey yok. Atmosfer devletlerin sınırına tabi değil ve ortaktır. O halde bu probleme ortak çözümler bulunması gerekiyor. Paris ve Kyoto anlaşmaları tam da bu nedenle ortaya çıktı. Temel hedef sera gazlarını azaltarak küresel ısınmayı durdurmak. Eğer ısınmayı durdurabilirsek, mevcut, değişmiş iklim koşullarına da uyum sağlayabiliriz. Örneğin artık dere yataklarına ev yapmaz, var olanları kaldırır, İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde su ihtiyacını karşılamak için barajlar yapar, yağmur suyunu daha verimli kullanır, yeni su kaynakları aramaya başlarız. İnsanlık bu uyumu ancak mevcut 1,8 veya maksimum 2 derecelik küresel ısınma içinde sağlayabilir. Fakat bu ısınma 4-5 dereceye vardığında freni patlamış bir kamyonu durduramayacağımız gibi, felaketi de durdurma şansımız kalmaz. Nitekim Paris Anlaşması da mevcut sıcaklığı 1,8-2 derece arasında tutmayı ama asla 2 dereceyi geçmemeyi öngörüyor. Çünkü sonrasında önüne geçemeyiz.
Mevcut halde devam edersek, kritik eşiğe kaç yıl kaldı?
2070 yılında 5-6 dereceye ulaşılacağı hesaplanıyor.
2040’LARA VARMADAN SICAKLIĞI ÖNLEMEZSEK İPLER ELDEN KAÇMIŞ OLUR
Yani baş edilemeyecek büyük felakete çok az kaldı, öyle mi?
Tabii, 2040’lı yıllara varmadan bu artışın önüne geçmemiz gerekiyor. Aksi halde beş sene sonra sıcaklık artışı 2, on sene sonra 3 derece olur ve ipler elden kaçmış olur.
Paris Anlaşması devletlere bu konuda ne tür sorumluluklar yüklüyor?
İklim krizi konusunda varılan en son mutabakat olan Paris Anlaşması 2015 yılında imzalandı. Amaç küresel ısınmada 1,5 derecenin geçilmemesi ama 2 dereceye de kesinlikle ulaşılmaması. Anlaşmaya imza atan yaklaşık 180 ülke 1994 senesindeki emisyonlarını, yani atmosfere verdikleri sera gazları miktarlarını, 2020 yılından itibaren her sene yüzde 5-6 oranında indirecekti. Yani imzacı ülkeler 1994’teki değerlerini baz alarak her sene belli miktarda düşürecekti. Anlaşma 2020 yılında yürürlüğe girdi ve beş sene sonra ilk sonuçlarını alacağız. Öte yandan Paris Anlaşması, gelişmekte olan ülkelerin bu tedbirleri alabilmesi için gelişmiş ülkelerden para yardımı yapılmasını öngörüyor. Dediğim gibi, önümüzdeki dört sene içinde bunun sonuçlarını göreceğiz. Paris Anlaşması’ndan önceki Kyoto Protokolü de benzer hükümler içeriyordu ama o hükümlerin neredeyse yarısı yerine getirilmedi. Gördünüz; atmosfere en fazla sera gazı yayan ABD’nin başkanı Trump, Kasım ayında resmen Paris Anlaşması’ndan çekildi. Sanayileşmiş ülkeler, “biz bu yolda devam edelim ama gelişmekte olan ülkeler sanayilerini küçültsün, biz de onlara para verelim” diyor.
TÜRKİYE’NİN KİRLENMEYE KATKISI YÜZDE 1 AMA…
Yani kapitalizmin dünyayı felakete götürecek yoldan dönmeye niyeti yok, öyle mi?
Maalesef öyle görünüyor. Sonuçta Paris ve Kyoto toplantılarına devletler değil, hükümetlerin başkanları gider. Dolayısıyla da dünyanın geleceğiyle ilgili kararlar siyasi tercihlere kalıyor. Hükümetler sanayilerini küçültmeyi, dolayısıyla oy kaybı yaşamayı göze almıyor. Atmosfere salınan sera gazının yüzde 25’i ABD, yüzde 16’sı Rusya, yüzde 8-9’u Çin kaynaklı. AB, Hindistan hakeza. Dolayısıyla esas tedbiri alması gereken ülkeler belli ama onlar da buna direniyor. Obama, başkanlığının son zamanlarında Pennsylvania ve Pittsburg’daki kömür ocaklarını kapatmaya, kömür kullanım sahalarını yüzde 30 civarında azaltmaya kalktı, yer yerinden oynadı. O sektörlerdeki petrol, kömür krallıkları kıyameti kopardı. Obama’nın o adımı atmak istemesi de, bir daha seçime katılmayacağını bilmesindendi, ayrı mesele. Fakat düşünün, korkunç bir iklim krizi söz konusu, ABD başkanı sadece kömür alanlarını yüzde 30 civarında azaltmak istiyor ve kıyamet kopuyor. Oysa bu tedbire gelişmiş sanayi ülkelerinin önayak olması gerekiyor. Zira topladığınızda, sera gazının yüzde 60’ına yakın oranını bu ülkeler salıyor. Örneğin Türkiye’nin bu kirlenmeye katkısı yüzde 1 oranında.
Bu arada Paris Anlaşması’na Türkiye’nin de ilk etapta direndiği, imza atmayan on ülkeden biri olduğu, daha sonra anlaşma kapsamında kömür madenlerinin kapatılması kararını uygulamadığı biliniyor…
Evet, Türkiye sonradan imza atmaya yöneldi, çünkü anlaşmaya göre sanayileşmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelere mali yardım yapacak. Türkiye ise ilk etapta kendisini sanayileşmiş ülkeler içinde sayıyordu. Şimdi mali yardım yapılacak ülkeler statüsüne girmek için uğraşıyor. Paris Anlaşması’nın önemli bir noktası da yenilenebilir enerji kaynaklarına gidilmesi. Türkiye yenilenebilir enerji kaynaklarına yüzde 21 daha fazla eğileceğini taahhüt etti.
AÇIK BIRAKILAN BİR LAMBA SADECE AÇIK BIRAKILAN BİR LAMBA DEĞİLDİR
Bu arada Türkiye’nin yüzde 1’lik sera gazı salınımını da küçümsememek gerekiyor, değil mi?
Atmosferde 25 milyar ton sera gazı varsa, siz bunun 250 milyon tonunu yaratıyorsunuz. Elbette bu az bir miktar değil. Herkes “ben tedbir almasam da olur” dediğinde, bugünkü durumu yaşıyoruz zaten. Tıpkı su kullanımındaki davranış gibi. “Kapat şu musluğu” diyorsun ama herkes “benim açık bıraktığım musluktan ne olacak” yanıtı verdiğinde başlıyor susuzluk.
Ortada devasa bir kriz var. Hakikaten de bireyler musluğu kapatarak, gündelik alışkanlıklarını değiştirerek iklim krizinin önlenmesine katkı sunabilir mi? Tek tek bireylerin davranışları neyi değiştirir?
Tek tek birey olarak baktığınızda, evet gidişatı durdurmaya katkı minimal görünebilir. Fakat kriz küresel ölçekte olduğuna göre küresel düşüneceğiz. Karbon ayak izi diye bir tanım var artık. Her birimiz hayatımızda atmosfere ne kadar karbon veriyoruz ve bu toplamda ne kadar devasa bir oran ediyor, farkında mıyız? Televizyonu, lambayı açık bıraktığımda sadece TV’yi, lambayı açık tutmuş olmuyorum. O TV’nin, lambanın açık kalması için ne kadar enerji gerekiyor, o enerji için ne kadar kömür kullanılıyor? Bunları düşünmeden yol alamayız.
BU SENEYİ KAYBETTİK AMA KURAKLIK ARTARAK DEVAM EDECEK
Hatta atmosfere salınan metan gazında devasa büyükbaş hayvan çiftliklerinin de büyük payı olduğu söyleniyor. Dolayısıyla et tüketim alışkanlığımızın bile faturası atmosfere çıkıyor…
Bu doğru ama bu tür uyarıları yapmak için de dikkatli davranmak, atılacak taşla kurbağayı ürkütmemek gerekiyor. Bakın, Meriç Nehri etrafında çeltik tarlaları var. Çeltik tarlalarından çok metan gazı çıkar. Fakat büyükbaş hayvanları yetiştirmeyelim, pirinç tarlalarını kapatalım dediğinizde, bu iş olmaz. Buna karşın bazı şeyleri artık kontrol altına almanın zamanı geldi de geçiyor. Herkesin kendi karbon ayak izini hesaplamasını, buna göre bazı davranışlarında değişikliğe gitmesini, örneğin toplu taşımayı, bisikleti, kısa mesafelerde taksi yerine yürümeyi teşvik etmek gerekiyor. “Dünyayı ben mi kurtaracağım” tepkisini tetiklemek yerine, “dünyayı beraber kurtaralım” davranışını yerleştirmek zorundayız.
Şu anda Türkiye’nin ciddi bir kuraklıkla karşı karşıya olduğu söyleniyor. Orta ve Doğu Karadeniz için bile bu tehlikeye işaret ediliyor. Hakkâri’deki köyümüzde Ocak ayında 2 metreyi aşkın kar olurken, şu anda kar bir karışı geçmiyor. Yakın vadede bizi ne bekliyor?
Bu seneyi artık kaybettik. Havalar sıcak ve bu sıcakta kar yağmaz. Anadolu’nun belli bölgelerine kar yağdı, yağıyor. Yüksekova’da kar yağdı. Ama bu yeterli mi, değil. Yağmur yağışındaki azalma farklı, kar yağışındaki azalma farklı. Kar yağışı konusunda bu seneyi gözden çıkardık. Kuraklığı çok büyük bir afete dönüşmeden atlatabilirsek iyi. Peki bunun için ne yapmalıyız? Önümüzdeki seneler için kendimizi korumaya almak zorundayız. Yeni su kaynakları bulmalı, tarımsal üretimde yeni sulama yöntemlerine geçmeli, suya gereksinimi az olan ürünlere yönelmeliyiz. Fakat biliyorsunuz, bizde deprem olur, en fazla 15 gün yaygarası sürer, sonra bir sonraki depreme kadar kimse bahsini bile etmez. Aynı şey kuraklık için de geçerli. 1990, 1998, 2008 ve 2014 yıllarında biz kuraklık yaşadık. O dönem yaygarası oldu ama çözüm için yapısal adımlar atılmadı. Belki seneye barajlardaki doluluk yüzde 60’a, 70’e çıkar ve biz tekrar tedbirleri erteleriz. Ama bu iş böyle gitmeyecek maalesef.
Yani bu seneki kuraklık istisnai değil mi?
Hayır, artık kuraklık artarak devam edecek. Artık bulunduğumuz bölgede kuraklık da, sel de, fırtına da periyodik olarak artacak. Bu yüzden Türkiye’nin artık yapısal çözümlere yönelmesi gerekiyor. Dediğim gibi, biz artık Akdeniz ikliminden çıktık. Yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve az yağışlı olacak. Buna uyum sağlayamazsak, iklim krizi afetimiz olacak.