Ekmek için ekmelisin!
Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı
Ukrayna dünyaya her sene 20 milyon ton buğday satıyordu ve sıralamada beşinci idi. Bu savaşta söz konusu buğday yetişen bölgelerin yarısından fazlası ekilemeyecek. Bu da bu buğdayın başka arz merkezlerinden alınması demek ve fiyatı artıran bir etken.
Ayçiçek yağı için de aynı problem söz konusu. Bu da tarımda dünyayı krize götüren etmenlerden birisi… Savaşın çok verimli bir coğrafyada patlamış olması birçok insanın ekmeğini gerçekten etkileyecek. Çünkü mesele ekmek.
Ekmek için de ekmeniz ama planlı ekmeniz şarttır. Bu yazıda bunu konuşacağız.
Gelecekte her şey tükenecek. Tükenmese de azalacak, arz-talep dengesini karşılamayacak kadar nadir hale gelecek.
Ama toprak kalacak, hava kalacak, su kalacak. Kalanlar üzerinde yaşam devam edecek. Daha az endüstriyel ama daha organik bir yaşama doğru geçiş, özellikle kaos teorisyenlerinin sanayinin ölümü adlı başlıklarla izah ettikleri projeksiyonlarda açığa çıkıyor.
Taşkömürü bitince, petrol, gaz bitince, kadmiyum, civa, bakır bitince ne elektroniği? Ne üretimi olacak?
Nitekim Dünya’da Helyum gibi gazlar, uçunca yerine konamayan gazlar durumunda. Uçurulan her uçan balonla uzaya salınan bir gazdır Helyum. Tuz bir şekilde toprağa gidiyor, demir, bakır, hurda oluyor geri dönüşüyor ama asla yüzde 100’ü değil. Kayıp hep devam ediyor.
Gelecekte hidrokarbür yani fosil yakıtların sözü daha az geçecek ise yenilenebilir enerji kaynakları üzerinde bir dans başlayacak. Rüzgarı, suyu, güneşi hatta dalgası bol olan, sürekli olan ülkeler kazanacak.
Güneş aşağı yukarı her ülke için az çok geçerli bir kaynak ve elektriğin dünyasına giriş yapacağız artık. Fosille kirlenen dünya bir parça detoks yapacak dense de elektrik üreteçlerini üreten fabrikaların karbon salınımları da ayrı mesele.
İnsanları doyuracak hayvanların atmosfere saldıkları gazlar da ayrı bir mesele. Denizlere boşalan kanalizasyonlar, gemilerin atıkları ve yakıtları nereye dek tolere edilecek?
Pitoplankton denen ve karbondioksit ile çoğalan canlıların artması, sudaki havayı azaltıp balıkları tamamen öldürecek diye öngörenler de var. Birçok yerde okyanuslara o yeşil rengini veren minik canlıların sayısı haddinden fazla artmış durumda.
Dünya ne olacak? Neler olacak?
Bunların hepsi ayrı soru işaretleri. Ama en sonunda dönüp dolaşıp aynı yere geleceğiz:
Ne yiyeceğiz? Nasıl yiyeceğiz? Artan nüfus nasıl doyacak?
Tarım bu yüzden hep önemli hem de önemli kalacak.
Tarım meselesini ele alırken önceliklerin doğru sıralanması gerektiğini düşünüyorum.
Tarımda ilk önceliğimiz ne olmalıdır bu önemli bir soru çünkü diğer tüm politikaları bu çerçevede etkiliyor. Bu sıralamanın doğru yapılması gereklidir. Bana göre;
Toplumun tüketim ve sanayicinin hammadde ihtiyacının belirlenmesi
Üretimin uzun dönemi kapsayacak şekilde en ekonomik en verimli ve sürdürülebilirlik esaslarıyla planlanması ki biliyoruz biz planlamada maşallah en iyiyizdir.
Üretim ihtiyaçları olan ilaç, gübre, tohum gibi girdilerin uzun dönem tedarik ve üreticiye ulaştırılmasının minimum aracıyı kapsayacak şekilde planlanması
Fındık, incir kaysı gibi dünya üretiminde söz sahibi olduğumuz ürünlere yönelik katma değeri artıran entegre sanayi ve pazar stratejisinin oluşturulması
Endemik ürünlerimize yönelik koruma ve üretim programlarının oluşturulması
Kırsal yaşamın desteklenmesi gerekliliği şeklinde öncelikle dirilmelidir.
Hep sorunlarla gündeme gelmekle beraber tarım sanıldığı kadar zor değil aslında. Nüfus da bellidir, ne kadar toprak olduğu da… Bunu ekip biçmek için ihtiyaç duyulan ilaçta gübre de bellidir.
Belli olmayan tek husus meteorolojik olaylardır ki en tutarlı hava tahmini bile yüzde 60 tutarlıdır. Burada da meteorolojik olayın üretime etkisi daha köylü mahsulü hasat etmeden bilinmektedir zaten.
Buna göre tedbir alınabilir ve alınmalıdır da. Yani arkadaşlar liberal ülkelerde de sosyalist ülkelerde de tarım ciddi düzenlemelere tabidir. Öyle kafana göre ithalat yapamaz, sınırdan içeri giren Bulgarlara 8 teneke beyaz peyniri satamazsın.
Tarım tüm liberal ve sosyalist ülkelerde kamunun denetim ve gözetimi altındadır. Gıda istikrarı milli güvenlikten, ekonomiye birçok alanda kamusal boyutta ortaya çıkar. Toplumlar gıda ile isyan eder.
Fransız İhtilali’nin de Rusya’daki Komünist devrimin de ana motivasyonu açlıktır. Açlığı durdur, vatandaşını tatmin et istersen diktatörlükle istersen monarşi ile yönet.
İnsanlar sanmayın ki her zaman demokrasi istiyor. İnsanlar tatmin istiyor. Parasal tatmin, yaşam kalitesi ve güzel giyinip beslenmek istiyor. Petrol zengini Arap ülkelerinde demokrasi mi vardır? Tatmin mi? Tabii ki tatmin.
Tatmin, demokrasiyi unutturur, önemsizleştirir. Yokluğu anında ise demokrasiyi istersin. Ama demokrasi tek başına ekmek getirmez, karnını doyurmaz, çocuğunun yanaklarını kıpkırmızı yapmaz, çayının yanına koyacağın şeyin bisküvi mi yoksa Belçika çikolatası mı olacağına karar vermez.
Demokrasi, seçtiklerin, Monarşi ise seçemediklerinle tepende kurulmuş düzenlerdir. İkisi de tatmini başarırsa işi başarmış demektir. Doktor bir arkadaşım senelerdir bu meselelere dair okur, yazar ve analizlerde bulunur. En son dediği şudur. Paylaşmak istiyorum:
Şahsen ben beni yönetecek bir iktidarın öyle aman aman demokratik olmasını beklemiyorum. Maddi ve manevi açıdan ihtiyaçlarımın tatminini sağlamasını istiyorum. Kim Yong-Un bile olabilir ama 4 çocuğuma iyi gelecek sunmamı sağlayacak, akıllı kimseleri devletin kurumları başına getirecek, insanca yaşamamı sağlayacak ve barışı, asayişi temin edecek. Bitti.
Bunu ne kadar garipsesem de şimdilerde bazı kısımlarda hak vermiyor değilim. Demokrasi tabii ki gereklilik ama demokratik ülkelerde karar alma mekanizmaları yavaş ve sorunlu.
Ukrayna da Demokratik ve demokrasiyi çok sayıda STK ile yönlendirebiliyorsun da. Demokrasi genellikle yaraya derman olmuyor yarayı zamana yayıyor ve başarılı ise onu küçültüyor. Diktatörlükler ise yara yok ki? Diyor.
Bir diktatörlükte ülkenin bir yerinde bir insanlık dışı eylemin olması eğer tatmin sağlanmamış ise problemdir ve patlama noktasıdır. Ama halkın refahtan fazlası ile pay aldığı bir diktatörlükte halk genellikle oralı bile değildir.
Bizim böyle bir lüksümüz yok ama. Biz bir demokrasiyiz ve iyi kötü 100 senedir işleyen bir demokrasi kültürümüz var. Öyleyse bu demokratik düzen içerisinde bazı şeyleri konuşup anlaşarak ya da tepeden inmeci buyurgan bir yaptım bitti mantığı ile düzeltmek şarttır.
Bu aşamada tarımda ilk önceliğimiz halkın beslenmesine güvence altına almak ve bunu en sağlıklı ve en iktisadi yöntemi belirleyerek yapılmalıdır. Bu aşamaya ihtiyacın planlanması diyebiliriz. Esasen zor gözükmekle beraber çok kolay bir mevzudur zira nüfus belli, ülkeye gelen turist belli ve ortalama yapılan tarımsal ihracat da bellidir ve bilinmekte.
Bunlar akşamdan sabaha ya da her sene yüzde 100 oranda değişebilecek rakamlar değildir. Doğal olarak sağlıklı bir insan kaç kilo domates tüketmesi gerekirse bu ülkede o kadar domatesin üretiminin ve pazara arzının güvence altına alınmış olması gerekir.
Ben, senede 25-30 ekmek yiyen biriyim. Başkası 365 ekmek yer mesela. Ama genel ortalamada herkese 1 ekmek desen ve bunu turistlere ve geceleme sürelerine göre de hesaplasan rakamlar netleşiyor.
Bu perspektiften bakınca devlet ve toplum olarak odaklanmamız gereken husus dünya standartlarında dünya ortalamalarında bir beslenme programını halkımıza nasıl sunabiliyoruz, bu işin neresindeyiz, kamuoyunca takip edilmeli. Bir toplum olarak hep mi yanlış yerden bakılır? Maalesef öyle yapıyoruz.
Bu konuda kamuoyunun bilinçlendirilmesi şart. Tarımdaki sorunumuzu sadece köylünün sorunu olarak göremeyiz ki? Bunu halkın beslenme sorunu olarak göreceğiz. Misal, beslenmedeki en önemli sorunlarımızdan birisi Omega ürünlerinin tüketimindeki eksiklik. Hiç gündeme gelmiyor.
Oysa Omega tüketmeyen bir toplumun gideceği yerin bir limiti vardır. Omega olmadan beyin çalışmaz. Acı olmakla birlikte bazı toplumsal sorunlarımızın omega eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum.
Türkiye’de IQ haritası yapanların haritalarını eleştirmek ya da çok zekiyiz ama bizi böyle gösteriyorlar demek yerine bunlara dair kafa yormalıyız. Aynı şekilde mantar tüketiminin kamuoyunun hiç gündemine gelmediğini de görebilirsiniz.
Protein bakımından son derece sağlıklı ve üretimi çok ucuz olan mantarı sadece köylü üretmiyor diye gündeme gelmemesi Üzüntü verici. Burada mantara bir parantez açarak girmek istiyorum mantarın üretiminin hammaddesi olan kompoztun yüzde 95’i anız ve ahır gübresinden oluşur. Kalanı da kireç ve mantar miselidir.
Anız dediğimiz buğdayın bitiminden sonra arazide terk edilen sapıdır. Her yıl Anadolu anız yangınlarıyla çayır çayır yanıyor. Yahu şunları neden yakıyorsunuz? Dededen kalma bir aptal adet neden bu kadar ısrarla devam eder? Bu yangınlar bir taraftan toprağın içerisindeki mikroorganizmaları yok edip toprağı fakirleştirirken diğer yandan da yangınlara sebebiyet veriyor.
Çin’in 30 kg tükettiği Avrupa’nın 5 kg tükettiği mantarı Türk toplumu yarım kilo tüketiyor. Sonra da bakarız tabi Johnny kumsalda sixpack iken bizim Serkan Auschwitz mahkumu gibi kalır. Kalır tabi. Aslında sorunlarımızın çözümü kendiliğinden gözüküyor değil mi?
İkinci olarak, “Bunu kendi imkanlarımızla hangi ölçüde yapabiliriz?” sorusudur. Biz bu üretimi maksimum düzeyde yerli kaynaklarla ve kendi çiftçimiz eliyle yapmalıyız. Bu aşamaya üretimin planlanması diyebiliriz. Planlamanın birçok yolu vardır. İster devlet ister piyasa planlasın fark etmez ama mutlaka planlanmalıdır.
Tabi bu aşama sanıldığı kadar kolay değil. Sebebine gelecek olursak en doğru çözümün bize uymamasıdır. Bir örnek verelim buğday üreten bir çiftçinin tüm ekipmanlarının hazır olduğu varsayılırsa en doğru üretim yönteminin bir çiftçinin bir ya da iki tarlada 300-400 dekarlık bir alanda buğday üretimi gerçekleştirmesidir.
Oysa toprak bazında bakıldığında şu an çiftçimizin elinde çok sayıda traktör bulunmakta ise de arazi böyle tas tamam yekpare bir 300-400 dekar değildir. Adamın 100 dekar arazisi varsa 12 bir yerde 40 bir yerde 8 bir yerde böyle parça pincik gidiyor. Bir tarladan diğerine giderken de mazot harcıyor haliyle…
Aynı şekilde çok sayıda parçalanmış arazi varlığı söz konusu. Bu arazi ve bu traktör varlığıyla hiçbir zaman iktisadi üretim mümkün değil. Deyim yerindeyse bir traktörle yapılacak işi 10 traktörle 10 çiftçi yapıyor. Bu şekilde bir üretim planlamasına hangi destekleme verilirse verilsin ne kadar destek ödemesi verilirse verilsin çiftçinin de iktisadi bir ürünün de ortaya çıkması söz konusu değil.
Aynı şekilde çay ve fındık bahçeleri nerdeyse bir dekarın altına düşmüş durumdadır. Bir dekar ne demektir biliyor musunuz? Bangladeş’teki fukaraların evlerinin önündeki bahçe kadardır. Burada da çiftçinin mülkiyet hakkı korunabilir ancak kullanım hakkının ideal işletme büyüklüğüne kavuşturulması şarttır.
Küçük araziler işletme bazında ideal büyüklüğe kavuşturuluncaya kadar birleştirilmeli. Arazi sahiplerine kira ödemesi devlet güvencesinde olmalı. Arazisi birleşen köylü de çaresiz değildir bu konuya daha sonra değineceğim. Ufacık Karadağ ve Makedonya’da tarlaların bizden daha düzenli ve büyük parçalar halinde olması bizim açımızdan ibret vericidir.
Sadece köylünün ekeceği bir şeyleri olsun ki şehre göç etmesin diye yürütülen politikaların da hiç mi hiç işe yaramadığı görülmekte olup kente göç engellenememektedir. Adam köyde arazisini ekip biçmek yerine şehirde bir fabrikaya güvenlikçi olarak girip gece bekçiliği yapıyor ve asgari ücrete talim ediyor. Genel eğilim maalesef budur.
Üretici sayısının verimsiz şekilde fazla olması da tarladan sofraya giden süreçte aracıların üreticinin emeğini sömürmesine yol açan sebeplerin başında geliyor unutmayın bunu. Moda deyimle adama göre iş değil işe göre adam anlayışına tarımda da geçmemiz gerek.
Bu konuda başarılı olmuş bir modeli Cumhurbaşkanın Yardımcısı Fuat Oktay’ın devletin tüm imkanlarıyla kendi köyünde uygulamayı başaramaması konunun sadece devletten kaynaklanmadığı üretici tarafından da ciddi sorunlar olduğunu, üreticinin konfor alanını terk etmek niyetinde olmadığını gösteriyor.
Gerekirse anayasaya yazılmalıdır ki; Toprak kimsenin üzerinde mutlak tasarruf kuracağı meta değildir. Yatırım aracı asla değildir. Bu ülkenin ulusal mirasıdır. Halkın gıda ihtiyacını karşılamak üzere korunmalı ve planlanmalıdır. Kimsenin keyfine, kaderine ve kısa süreli siyasi emellere terk edilemez.
Arkadaşımın 760 dönüm toprağı var. Babasından kalmış 5 kardeşler. Kardeşlerden biri Almanya’da ve diğeri İzmir, Antalya ve İstanbul’da. 760 dönümü 5’e bölersen adam başına 152 dekar düşüyor. “E ne güzel işte ekin veya icara verin kira alın?” dedim. Dediği şuydu:
– Abi ek diyorsun da arazi Mars yüzeyi gibi. Sivas’ta bilirsin Jipsli arazi var ve toprak da tarıma değil malcılığa elverişli.
– E peki ne oluyor arazinize?
– Ne olacak boş duruyor… dedi.
Eloğlu İsrail’de çölde tarım yapsın biz Sivas’ta tarlaları boş tutalım.
İş midir bu?
Biliyorsunuz artık herkes ezberledi. Tarımın temel girdileri mazot, tohum, ilaç, gübre. Bu girdilerin arzında sıkıntı olmayacak şekilde yönetilmesi gerek ki helvayı yiyebilelim. Aksi halde ayvayı yeriz. Uzun süreli girdi temininin güvence altına alınması gerekir.
Gübre fabrikalarımız olsa bile hammadde bakımından doğalgaz ve potasyum olarak dışa bağımlıyız. Potasyum çevremizde en çok Arap ülkelerinde mevcut. Libya, Fas, Suriye, Ürdün’de potasyum hayli bereketli.
O zaman yapılması gereken en stratejik hamle karşılıklı bağımlılığı gerektiren bir dış ticaret sistemi kurmamız gerekir. Bir nevi bartır usulü de denebilir. Örneğin Rusya ya da Orta Asya’daki kardeş devletlerle (dikkat edin Arap devletleri demedim) 20 yıllık gübre sözleşmesi yapıp karşılığında onlara meyve ve ve sebze gibi onların da hayatlarında yer tutan ürünleri onlara satmakla ilgili devletler düzeyinde anlaşmalar yapılabilir.
Tarım Bakanlığı’nın temasları öyle karşılıklı geziler olmamalı. Bu gezilerde iş çıkmalı, yaraya derman olunmalı. Böylece İki tarafta tarım fiyatlarında dönemsel spekülatif etkilerden uzaklaşılır. Rusya’dan gübre alıp karşılığında domates, portakal gibi ürün sattığımızda hem pazar sorunu hem girdi sorununu aynı anda çözmüş oluruz.
Üreticiye ihtiyaç duyduğu girdi olabildiğince aracısız şekilde ulaştırılmalıdır. Maalesef taşrada finansal zayıflığından kaynaklanan nedenlerle köylünün sırtına binen binene bir durum söz konusu. Türk köylüsü nereye binsin? Onlar da biniyor kredi kartına, sonra kart köylüye ve sonra hepsi köylüye.
Bu böyle olmaz. Çünkü köylünün finansal sisteme erişimi sorunludur. Üretimde kullandığı alet ekipman, tarlası, ahırı içindeki hayvanı teminat değeri olmayan mal varlıklarıdır. Böyle olunca banka kredi talebinde köylüye bana şehirden gayrimenkul getir gibi bir cevap vermektedir.
Ulan adamın şehirde menkulü olsa herif niye köyünde kalsın? Ama bu konuda banka da kendi açısından haklı. Krediye teminat zorunluluğu var. Hal böyle olunca her ilçede 5-10 tane yem gübre tohum ilaç satıcısı bulunmakta bunlar çiftçinin üretimde kullandıkları girdileri çiftçiye veresiye vermektedir ve tabi bu fiyat üzerine de vicdanına uygun bir kar marjı koyarak. O da vicdanı varsa… Var kabul ediyoruz.
Üretimle doğrudan ilgili olmayan sadece devletin pozisyon alması ile çözülebilecek olan bu sorun çiftçinin sırtındaki önemli bir yükü ortadan kaldıracaktır bu konuyla ilgili ayrıntılı bir model önerisine diğer yazımızda yer vereceğiz.
Şu an devlet çiftçiye verdiği yaklaşık 30 milyarlık desteği çiftçiye ödemek yerine bankalara teminat mektubu olarak koymuş olsa ya da kredi garanti fonunu bu amaçla kullansa çiftçi dilediği bankadan kredisini kullanıp girdileri peşin parayla alsa şu anki durumundan daha da kazançlı çıkacaktır.
Mevcut durumda bu bayilerde çiftçiye sattıkları girdileri bankadaki kredi limitleriyle finanse etmekte hem faiz yükünü hem geri ödememe riskini hem de esaslı bir karı çiftçiden almakta. Sadece Ziraat Bankasının kredi hacmiyle ülkenin tarımsal üretimi karşılayacak finansal kapasitesi var hem de nasıl var. Aracıların yaptığı bir boşluğu dolduruyorlar, paralarıyla pek ala başka iş yapabilirler.
Sistemin adaletli kurulduğu takdirde üreticiye geri ödeme konusunda güven duyulabilir. Zira ahlaksızlık yapanı ve borcunu ödeme konusunda suiistimal edeni sistem dışına çıkardığınızda en büyük yaptırıma maruz kalacaktır. Burada da kuralları koymak ve uygulamak iradesi beliriyor.
Fındık, incir kayısı gibi dünya üretiminde söz sahibi olduğumuz ürünlere yönelik katma değeri artıran entegre sanayi ve pazar stratejisinin oluşturulması gerek. Fındığın yarısından fazlasını üretip dünyanın çikolata pazarını domine edememek anlaşılabilir değil, akıl karı da değil.
Geçmişte tüm bu ürünlerle ilgili Koparatifler Üretici birlikleri kurulmuş olduğu ama bunların çoğu denetlenmediği için ya da kendi içlerindeki finansal yolsuzluklardan ötürü hepsi deli gibi borç batağına saplanmış ya da ilgi alanları dışındaki işlerde üretim yapmış. Siyaset mecrasına alet edilenler bile var.
Bunun için burada sadece devleti sorumlu tutan bir anlayışı değil üreticinin özel sektörü piyasanın da sorumluluğunu esas alan gerek devlet gerek özel sektör ve piyasa denetiminin egemen olduğu bir anlayış şart ve bunun da üretici şirketlere oluşturmak gerekmekte.
Herhangi bir şirket Kooperatif ya da birlik sadece çalışanlarının ya da mensuplarının ahlak eliyle ya da dürüst olup olmamasıyla ayakta kalabiliyorsa burada esasen bir sistem ya da denetim olmadığını da kabul etmek gerekir.
Şirketleri ve işleri insanın insafına bırakan yapılar kurumsal değildir. Robot bir mekanizma gerekmekte. İnsan sadece oyuncu olacak kuralları uygulayacak ve yaptırımlarla hizaya getirilecek. Kanadalıların akçaağaç şurubunda yaptıklarını Korelilerin ginseng’de, Fransızların rokfor peynirinde yaptıklarını pekala bizde yapabilir miyiz? Hem de nasıl.
Endemik ürünlerimize yönelik koruma ve üretim programlarının oluşturulması şart. Bunlar Allah’ın bu ülke insanına lütfudur. Daha kaç yaşıma geldim madımak konservesi yapan bir şirket görmedim. Sivaslıyım ve madımak bulamıyorum yahu… Kriz geçirmemek elde değil.
Japon gelip Halfeti’de karagül yetiştirirken bu karagülü işleyen bir Türk firması yoksa Tunceli’nin kokmayan sarımsağını değil Dünya daha Türk halkı bilmiyorsa, Fransız kozmetik devi Loccitane köyde üzerine basıp geçtiğimiz ölmez otundan elde ettiği ürünlerle bir dünya devi olmuşsa bizler bu ülkenin kıymetini ve değerini bilmiyoruz, üzerinde turist geziyoruz demektir.
Tarih defaatle kıymeti bilinmeyenin korunamadığını göstermiştir. Bu açıdan Türkiye 12 bin civarındaki bitki taksonu ve bunun içerisindeki 1/3’lük endemik oranı ile Dünya’da değişkenlik gösteren ekolojik şartlara sahip önemli ülkelerden birisi.
Sahip olunan endemik bitkilere ait bu zenginliğin daha doğru tespiti, değerlendirilmesi, izlenmesi ve korunması Türkiye’yi tek başına zengin edebilir. Yolu Fransa’ya düşenler Heaven’a uğrarlarsa sahip olduğumuz endemik bitkilerin potansiyelini, tek başına bu ülkeyi nasıl ileri taşıyabileceğini görebilirler.
İnsanımızın izcilikle barışması, yenebilir otları öğrenmesi de önemli. Çöp karıştırmak yerine çöpten domates toplamak yerine şehrin açık bölgelerinden “kazayağı” toplamak da bir seçenektir. Tabii ki fakirliği yok saymıyor ve küçümsemiyorum ama Kazayağı denen bitkiyi ben bile toplarım ve yumurtalı kavurması da son derece lezizdir. Bunun gibi yığınla bitki var.
Bazı Doğu Avrupa ülkelerinde botanik kulüpleri kurulmuş ya da yerel doğa dernekleri. Senenin bahar aylarında özellikle bir araya gelip doğadaki yenebilen otları topluyorlar. Boşnaklar mesela Zohva denilen Mürver çiçeğini toplar ve harika bir içecek yaparlar onunla.
Sibirya’da -20 derecelerde yetişen Aronija gibi şeker hastalarının bile tükettiği bir meyve, Türkiye’de neden yetiştirilmez? Bunu da merak ederim. Sivas’ta gayet tabi yetiştirilebilir. Şurubu, meyve suyu besleyici ve faydalıdır. Gayet de bereketli bir bitkidir. Dekar başına değeri de yüksektir verimi de.
Bir diğer husus kırsal yaşamın sadece çiftçilikle sınırlı olmasıdır. Oysa kırsalda yaşam bir tercih olarak geliştirilmeli. Şehirde yaşamın toplumsal maliyeti yüksek. Şehirdeki bir kilometrelik metro maliyetiyle bir ilin bütün köy yollarına deyim yerindeyse Londra asfaltı atılabilir.
Kabaca bir hesapla İstanbul’a 80 kilometrelik bir metro maliyetiyle 80 ilin tüm köylerinin altyapısı çözülebilir. Bu yatırımlara ek insanları köyde ya da kırsalda yaşamaya ikna etmek gerekir. Güngören, Merter’de 8-10 kişinin çalıştığı tekstil atölyeleri pek ala köylere ve taşra ilçelerine taşınabilir.
“Yok efendim, olmaz” diyenlere bakmayın. İtalya’da sanayi uzun süre böyle gelişti. Evlerde üretilen bisiklet parçaları, dikiş makinası parçaları bir ana atölyede toplanıyor ve birleştiriliyordu. Bu şekilde çoğu kırsal yerleşmede uzmanlık alanları oluştu.
Çok uzak olmayan ilçe merkezlerine büyükşehirlerdeki emek yoğun iş kolları pekala taşınabilir. Burada kamunun teşvik ve sigorta istemini bu amaca uygun olarak teşvik etmesi gerekir. Hayali değil Dünya’daki başarılı uygulamaları esas alarak anlatıyorum.
Çin’in bir köyü olan Huaxi aslında genel olarak bir köyden daha çok bir imece “teşebbüs ya da kuruluş” gibi çalışıyor ve köylüler de “bu kuruluşun hissedarları” olarak dünyanın en zengin köyü ve köylüleri olarak refah içinde yaşıyorlar.
Kırsalın elektriği, suyu, interneti olduktan sonra insanlar seve seve köylerinden göç etmeden iş bulabilecekleri bir ortamda kırsalda yaşamayı seçerler tabi. Şehirlerdeki canavarlaşan imar rantının toplumu yok etmeden sonlanması gerekiyor.
Hadi tarihi unuttuk diyelim yanıbaşımızda devam eden savaşlarda kuşatılan şehirlerin açlıkla teslim alındığını görüyoruz. Kuşatma uzun sürdüğünde teslimiyet asker için değil askerin koruduğu siviller için bir çaresiz imzaya bakar.
Kötü bir günde İstanbul için ne düşünüyoruz, planımız nedir? Acaba şeytanın aklına düşürmemek için kafamızdan geçirmiyor muyuz? Bilemiyorum belki planımız vardır. Bizler biliyoruz yoksa da buradan toplumu düşünmeye teşvik ediyorum.
Seneler önce ülkedeki idarecilerden birisi demiş. Türklere plan değil pilav lazımdır diye. Pilav da azalıyor işte. Pilav olmasın ama plan olsun. Yoksa çok ayranlar dökülecek ülkede.
Bu kadar kolay ve fırsatlar sunan bir sektörün nasıl oluyor da bu kadar sorunlu hale geldiği ayrı bir çalışma konusu olmalı. Konu Türkiye’nin her alanda vermeye çalıştığı bağımsızlık mücadelesinden tutun kendi hırsızlığımızın ahlaksızlığımızın da bir sonucudur.
Bu yüzden sıklıkla tekrarladığım bir söz vardır. Bizler Türklüğü hak etmiyoruz. Onu miras olarak bizden öncekilerden aldık ve insanoğlu elindeki birçok değerin efor sarf etmeden miras olarak sahibi veya emanetçisidir. İşte o zaman o değerin bilincine varmaz ve hoyratça, hovardaca savurur.
En mağdurdan başlayın en iyi durumda olanına dek çiftçi memnun değil. Olamaz da. İsrail’deki Kibbutz çiftliklerini yazmıştım bir keresinde. Komünal yaşıyorlar ve ortak bir yemekhanede yiyorlar. Küçük çaplı bir cemaat gibiler. Araba anahtarları bir duvarda asılı ve herkes herkesin aracını ihtiyaca göre kullanabiliyor.
Deli gibi üretim yapıyorlar Kibbutz ve Moşav çiftlikleri. Bu üretimde topraklar çorak bu üretimde yağmur nanay ama bilgi yoğun. O arazide ne yetişir? Ona göre üretim yapılıyor. Senelerdir arazisinde muz yetiştirmeye çalışan emekli bir öğretmen amca bilirim.
Adam Yalova’da yaşıyor ve muzu en sonunda üretmiş. 5 santimetre ve tadı çiğ patatesten iğrençti. “Yetiştirdim işte bak” diyor. E yetiştirdin de olmamış ki? 5 santimetre muz… “Yok, ben görüntüsünü seviyorum, o geniş yapraklar ortama hava katıyor” diyor.
Geniş yaprak seviyorsan karalahana yetiştir alıcısı da tüm Doğu Karadenizliler. Bir diğeri ise daha zeki idi ve Mersin’deki arazisine Abhazya’dan ve Azerbaycan’dan Feyhua fideleri getirmiş. Deli gibi de satış yapıyor meyveleri otellere satarak.
Tarım bu ülkede keyfekeder yapılan bir şey. Orta Asya’da Turfan’da yeraltı kanalları ile dünyaya tarımı öğreten millet, şimdilerde 30 liraya kıvırcık alıyor. Hayatımda ilk kez kıvırcığın muzdan pahalı olduğunu ve neredeyse tavukla aynı fiyata gelmekte olduğunu görüyorum. Tavuk konusu da ayrı bir mesele ve tamamen yem fiyatları ile elektrik üretimine bağlı olarak değişiyor üretimin değeri.
Balıkçılık ise hep zayıftı her zaman da zayıf kalacak. Elazığ’da kabuğunu kırmış bir balıkçılık var. Keban Gölü ve diğer bazı göl ve nehirler kenarında alabalık, sazan ve somon tesisleri kurulmuş. Senede milyonlarca balığı Avrupa’ya ihraç ediyorlar. İstanbul’da nehir bırakmadık farkında mısınız?
Ortaköy Dereboyu denen yer aslında bir deredir ve o caddenin altından 3-4 metre eninde bir nehir geçer. Beşiktaş’ta Ihlamur Caddesi de Ihlamur deresi denen yine 3-4 metre enindeki derenin geçtiği bir yerdir.
Avrupa’nın en bakımsız en medeniyet dışı olarak gördüğü Balkan ülkelerinde bile nehir ve dereler kapatılıp kanalizasyon yapılmıyor ama Türkiye’de bu hep böyledir. Eskişehir ve Amasya dışında içerisinden nehir geçen çok az şehrimiz bulunmakta.
Bizler, suyumuzla bile barışık değiliz ki? Edirne’de Meriç nehri geçiyor ama bir tane kano kulübü yok. Bir tane yok! ABD’de üniversite öğrencilerinin kano yarışlarını görürsünüz. Keşke bizde de olsa diyor insan… Edirne’de bir Meriç mi var? Tunca da var.
Yine Trakya’da Ergene nehri kimyasal atıklarla dolu bir komposto halinde akıyor. Akan sıvı birçok yerde muhallebi kıvamına gelmiş. Bu topraklara gâvur acaba bu zulmü yapar mıydı, diye insan düşünmüyor değil. Bu demek değildir ki keşke Yunan gelseydi. Asla ve kat’a! Şükür ki biz geldik, şükür ki hakkımız olan toprakları az çok kurtarabildik. Şükür ki varız.
Öyleyse inşallah var oluruz demek gerekiyor.
Var olmak için de beslenmemizi temin etmeliyiz.
Herkese önereceğim bir kitap var. Sadri Ertem yazmış: “Çıkrıklar Durunca”
Osmanlı’nın tarımda nasıl bağımlı hale geldiğini özetliyor. Çanakkale savaşında ordunun gıda teminini zorlaştıran ana etken biraz da bu gibi sebeplerdi biliyor musunuz? Koskoca ülke, Çanakkale’ye malzeme gönderemez olmuştu. Savaşlarımızdaki açlığın arka planını iyi anlatır bu roman ve mutlaka okumalısınız.
Ayrıca belirtmem gerekir ki bu yazıyı yazarken engin fikirlerinden faydalandığım değerli hemşehrim İsmail Şanlı da bir övgüyü hak ediyor. Kaymakamlık yaptığı ufacık bir ilçe olan Yozgat’a bağlı “Kadışehri” adlı yerde işe başlayıp bu ilçeyi yurtdışına ihracat yapacak hale getirmek, onun eseriydi. Hem üretimi güçlü hem de tarlaları birleştirmiş ve entansif tarım yapabilen bir tarım şehrini başaran İsmail Bey’in katkıları için ayrıca teşekkür ediyorum.
Google’da “Kadışehri tarlalar” yazın ve karşınıza çıkan görüntüye bir parça göz gezdirin. Orası po ovası değil, orası Hollanda değil, Belçika değil. Orası Türkiye.
Demek ki isteyince yapılıyormuş. Öyleyse irade ve planlama şart.
Son olarak, tarım lobileri için de iki çift lafım var.
Bu lobiler bakanlık bürokratları üzerinde baskı kuruyorlar. Bana gelen birçok WhatsApp mesajında adam, bakanlık bürokratını tehdit ediyor, “Ne zaman ithalat ihalesi açacaksınız? Bekliyoruz…” diyor. Olmadı mı? Bas FETÖ yaygarasını, adamı yıprat. Bunlar da oluyor ve olmakta.
Hakkında yaygara çıkarılan adam sonra yine dışarı çıkıyor çünkü masum ama o pozisyonu kaybediyor ve bir başkası gelen ihalelere kaşeyi imzayı basa basa sokuyor ülkeye ithal patatesi soğanı, veriyor çiftçiye memura kırbacı.
Tüm ülke fıstık gibiyiz maşallah ama tepemize binen ve kurumlara mevzilenen rantçı tombikler bize kırbaç vurmadığı sürece.
Tarımda kalkınma için artık şehirlerin yükü azaltılmalı, şehirlerden kırsala “şehirsel köyler” kurulmalı. Mümkünse şehirliler, tarım çiftliklerinde işçi olmalı. Tarımdan geçinen nüfus, gelişmiş ülkelerdeki gibi yüzde 1-2-3 oranlarını geçmemeli.
Çok çektik evet ama biraz da ekelim.
Ekmek için ekmen gereken şeyi ekmen gerekir.
“Ekmek için Ekmeleddin” sloganı aklıma geliyor ve yazarken de gülmekten alamıyorum kendimi… Lakin bu slogana çok yakın olan ve belki bir amentü gibi bilip ülkenin her yanına asmamız, yazmamız gereken başka bir slogan vardır.
“Ekmek için, ekmelisin!”
Bunu büyük puntolarla yazmalıyız akıllara. Askeri savaşa teşvik için nasıl vatansever duygular ile onca slogan aklımıza geliyorsa bu da gelmelidir.
Pilav şart değilse de plan şart! Mazot, gübre gibi meselelere dair ne gerekiyorsa yazdık.
Esas problemin köküne indiğimizi düşünüyorum.
Ömür Allah’tan, yazmak bizden.
Kalın sağlıcakla…