Sorting by

×
Güncel

Cesedin çürümesidir bu

Gözümüzün önünde, adım adım büyük bir cinayet işlendi. Dünyanın en genç, en bereketli, en ilginç denizlerinden Marmara taammüden öldürüldü. Birkaç aydır yoğunlaşarak, gitgide yayılarak suyun yüzeyini ve derinlerini saran müsilaj, ya da balıkçıların deyişiyle deniz salyası, ölümün ilanı oldu. Marmara Denizi’nin yok edilişinin tarihini, nedenlerini, nasılını, kahreden hakikati MAREM (Marmara Environmental Monitoring –Marmara Çevresel İzleme) projesi yürütücüsü, hidrobiyolog Levent Artüz’den dinliyoruz.

Mart ayında, hatta biraz öncesinde, balıkçılar Marmara Denizi’nde “deniz salyası”, yani müsilaj görmeye başladıklarını söylüyordu. Müsilajın gitgide yayılması, yoğunlaşması ve bir türlü geçmemesiyle konu medyaya yansıdı. Hatta şu sıralarda Karadeniz’de de müsilaj ortaya çıktı. Müsilaj neden ortaya çıkar?

Levent Artüz
Levent Artüz: Müsilaj durup dururken ortaya çıkmadı. Ortaya çıkan müsilaj agregatın Marmara’nın özgün yapısıyla inatlaşarak yapılan uygulamalarla direkt ilişkisi var. Marmara Denizi’nin kirletilme tarihiyle de doğrudan bağlantılı. Marmara dünyanın en genç denizidir, su kütlesi çok gençtir, üst ve alt akıntılarının günümüzdeki haline gelmesi yaklaşık 2000 sene öncesine dayanıyor. Genç, dinamik ve gürbüz olmasının yanısıra, Marmara’yı diğer denizlerden ayıran başka farklılıklar da var. Denizlerde akıntılar dünyanın dönüşünün itici gücünün etkisiyle (coriolis) oluşur. Coriolis kuzey yarı kürede saat yönünde, güney yarı küredeyse saat yönünün tersine dairesel akıntılar oluştururken Marmara’da Karadeniz’in fazla gelen su bütçesinin kontrol ettiği doğrusal akıntılar vardır. Marmara’nın alt akıntısı Akdeniz’den Karadeniz’e, üst akıntısıysa Karadeniz’den Akdeniz yönüne, doğrusaldır. Karadeniz’in su bütçesi bu durumu kontrol eder. Karadeniz’in su bütçesiyse hinterlandına düşen yağış miktarına bağlı olarak değişir. Karadeniz’de, Ege ve Marmara’ya göre göreceli bir yükseklik farkı var. Bu yükseklik -5 cm. ile 45 cm.’e varan yelpazede değişiyor, yani sabit bir yükseklik değil. Karadeniz kimi zaman daha aşağıda, kimi zaman yukarıda. Bu iki farklı yöndeki akıntı sistemini ilk fark eden, yazıya döken Luigi Ferdinando Marsili. Marsili 1681’de İsveç kraliçesi Christina’ya yazdığı mektuplarda Marmara Denizi’yle ilgili bu durumdan bahsediyor. 1917’de Alfred Merz ve Lotte Möller, 1950’lerde Hüseyin Pektaş, ‘60’larda Angelina Kirkova Bogdanova Marmara Denizi ile Karadeniz arasındaki seviye farkını ortaya koymuşlar. Marmara’nın oşinografik özelliğinden dolayı çok ciddi biyolojik farklılıkları da var. Üst su kütlesinde Karadeniz, alt su kütlesinde Akdeniz kökenli canlılar ağırlıkta. Karadeniz’in biyoçeşitliliği düşüktür. Ama örneğin hamsi gibi, fert adetleri yüksek türler barındırır. Alt akıntıda yer alan canlılarınsa, ağırlıkla kökenlendiği Akdeniz’de olduğu gibi, tür çeşitliliği çok zengin, ama fert adetleri düşüktür. Üst su kütlesinde eury-topic dediğimiz çok büyük sıcaklık ve tuzluluk farklılıklarına tolerans gösterebilen canlılar, alt su kütlesinde ise steno-topic dediğimiz çok dar sıcaklık ve tuzluluk aralıklarına adapte olabilen canlılar yaşayabilir. Bu canlılar, bu iki tabaka arasında kısa süreli geçişler yapsalar da, iki alanı beraber kullanamazlar. Kendi biyotopları içerisinde belli gruplar oluştururlar. Marmara Karadeniz ve Akdeniz’in biyoçeşitliliğinin mikro ölçekte bir araya gelmiş halidir.

Müsilajı tarifle anlatmak gerekirse, oklava şeklinde bir tavuk yumurtası düşünün, bir plankton, kısa sürede anormal artış gösteriyor. Daha sonra patlıyor. Kırılınca hücre içi sıvısı ortama yayılıyor. Tıpkı yumurtanın beyazını su dolu bir bardağa dökmek gibi. Çok yapışkan, bulaşkan bir yapı…

Marmara’yı diğer denizlerden farklılaştıran tek etken akıntılar mı?

Marmara’nın diğer önemli özelliği farklı katmanlardaki tuzluluk farkları. Kapalı bir deniz olan Karadeniz’in tuzluluğu Boğaziçi’ne girdiğinde yaklaşık binde 19’lardadır. Çanakkale Boğazı’na doğru gidildikçe binde 28’lere kadar yükselir. Akdeniz’den gelen ve alt su kütlesini oluşturan sular ise Çanakkale Boğazı girişinde binde 39’larda, İstanbul Boğazı’na doğru geldikçe kademeli olarak binde 33’lere düşen tuzluluk seviyelerine sahiptir. Marmara’da farklı karakterdeki iki su kütlesi tuzluluk farkının oluşturduğu yoğunluktan dolayı, birbirine karışmaksızın, ama etkileşerek birbirinin üstünde yer alıyor. Bu olay dünyanın bir-iki noktasında var, ama hiçbir denizin tümünde böyle bir tabakalaşma görülmez. Üst su kütlesinin sıcaklığı atmosferle temasından dolayı, sene boyunca +5 ile +29 derece arasında dalgalanma gösterir. Akdeniz’den gelen alt su kütlesiyse ortalama 14,2 derece sabit sıcaklığa sahiptir. Yani üst su kütlesinin sıcaklığı değişken, alt su kütlesinin sıcaklığı stabildir. Üst su kütlesi atmosferle temasından dolayı oksijen alabilir, zenginleşebilir. Alt su kütlesiyse, üst su kütlesiyle keskin bir ara yüzeyle (interface) kısıtlandığı için ancak Akdeniz’den Çanakkale Boğazı’na girişte ihtiva ettiği suda çözünmüş oksijeni Marmara’ya ve Marmara boyunca taşıyabilir.

Marmara Denizi’nin nasıl bir jeolojik yapısı var, kendine has bir jeolojisi olduğu söylenebilir mi?

Elbette. Karadeniz’den Marmara’ya su transferi dar ve sığ İstanbul Boğazı’yla kısıtlanıyor. Ayrıca, diğer yanda Marmara’yı kısıtlayan Çanakkale Boğazı var. Okyanuslarla temasını etkileyen Anadolu ve Mora Yarımadası arasında yer alan sığlıkla, Akdeniz’le olan kısıtlaması da var. Süveyş Kanalı ile Kızıldeniz, dolayısıyla Hint Okyanusu’na doğru bir kısıtlaması ve yine Cebelitarık Boğazı’yla Atlas Okyanusu’na da dar ve sığ bir kısıtlaması var. Ancak yine bu yolla, Marmara’nın diğer denizlerle, okyanuslarla biyolojik alışverişi de var. Bir de dikey yönde kısıtlamalar mevcut. Boğaziçi’nin Karadeniz çıkışında “eşik” adı verdiğimiz yapı dikey kısıtlamaların en önemli noktalarından biri. Bu sığlık çok ciddi bir kısıtlama yapıyor. Marmara Denizi’ni bir leğen, leğenin kenarını da eşik olarak düşünün. Leğene dolan su ancak kenarı, yani eşiği aştığı takdirde başka bir yere akabilir, eşiği aşmadığında su Marmara’nın içinde kalır. Başka bir kısıtlama, yani eşik, Üsküdar-Yenikapı arasında yer alıyor, diğer eşik de Çanakkale Boğazı ve buradaki sığlıklar. İki boğaz arasında 1272 metrelik Doğu Marmara çukuru, Silivri ve Tekirdağ arasında 1100 metrelik Batı Marmara çukuru, Uçmakdere önlerinde 1000 metrelik Orta Marmara çukuru var. Bu çukurların platoları da farklı kısıtlamalar oluşturuyor.

Gemlik Körfezi
MAREM’in raporlarından Marmara’nın çukurlarının denizin ekolojisinde önemli bir rol oynadığını anlıyoruz. Bu çukurların denizin sağlığına etkisi var mı?

Marmara akıntı sistemiyle, çukurlarıyla bir bütün. Marmara Denizi Kuzey Anadolu fay hattında bir çöküntü olarak oluşmuş. Bu çöküntüyle birlikte Çanakkale ve İstanbul Boğazı’ndan gelen sularla da bugünkü oşinografik yapısı oluşmuş. Kuzey Anadolu fay hattının geçtiği birçok yerde, deniz dibinde kaynama noktaları var. Sıcak ve soğuk suların, besleyici elementlerin ve çeşitli gazların geldiği alanlarda kendine özgü biyotoplar oluşmuş vaziyette. Bu alanlardan ilk defa MAREM’in dünya literatürüne kazandırdığı beş tür var. İlk bulduğumuz ostrakot türüne MAREM projesine ithafen Cytherella maremensis adını verdik. Bu 1-1,5 milimetre boyunda bir canlı. Bulduğumuz bir istakoz türüne kurucularımızdan İlham Artüz’e ithafen Stereomastis artuzi dedik. Bundan başka Marmara Denizi deniz çayırlarında iki özgün isopod türü adlandırıldı. Bunlardan biri yine MAREM projesinin kurucularından Olav Aaasen’e ithaf edilirken (Stenosoma aaseni), diğeri de projenin yürütüldüğü Sevinç-Erdal İnönü Vakfı dolayısıyla Erdal İnönü’ye ithaf edildi (Stenosoma inonuei). Bir de, fosil bir tür var, o da Prof. Dr. Samime Artüz’e ithaf edildi (Marmacuma samimei). Halihazırda üzerine çalıştığımız bir balık türü var, onunla ilgili çalışmalar tamamlanınca yakın bir tarihte literatüre gireceğini umuyorum.

Marmara’daki farklı tuzluluk oranları biyoçeşitliliğe nasıl etki ediyor?

Pelajik, yani üst su kütlelerinde yaşamlarını sürdüren balıkların büyük bölümü üreme mevsimlerinde tuzlu ortamlardan daha tatlı sulara göç etme eğilimindedir. Örnek olarak, Marmara lüfer ve palamutun göç koridorudur. Ben Beykozluyum; evimizin önündeki dalyanda kılıç ve orkinos tutulurdu. O zamanlar akıntılar vasıtasıyla değişen suda çözünmüş oksijen alışverişi ve farklı tuzluluktaki su kütlelerinin birlikteliği Marmara’ya zenginlik katıyordu. Karekin Deveciyan’ın Türkiye’de Balık ve Balıkçılık isimli kitabından bu denizde avcılığı yapılan, alınıp satılan 124 çeşit ekonomik öneme sahip balık türü yaşadığını biliyoruz. Artık bu türlerin neredeyse hiçbiri yok.

Bu münferit bir olay değil, bir zincir, bir sonuç. Marmara 1989’da öldü. Gördüğümüz, bir cesedin çürümesidir. Denizdeki tür çeşitliliği vahim bir darbe yedi, içi boşaldı, türler arasındaki rekabet ortadan kalktı. Sorun kirlenmeden ötürü tür çeşitliliğinin azalması ve kirliliğe dayanabilen türlerin fert adetlerindeki patlamadır.

Marmara’nın diğer denizlerle, okyanuslarla ilişkisinden bahsettiniz. Denizlerin ekosistemi açısından Marmara’nın nasıl bir önemi var?

Denizler bir ekosistemdir, bütündür. Zincirin bir halkasında olanlar diğerlerini de mutlaka bir şekilde etkiler. Marmara Denizi bu bakımdan kilit bir konumdadır. Süveyş Kanalı açıldıktan sonra, birçok istilacı türün Akdeniz’e, aynı zamanda Marmara’ya geçtiğini biliyoruz. Boğaziçi veya Çanakkale Boğazı’nı kapatırsanız Karadeniz devreden çıkar. Önce Kuzey Ege’yi kaybedersiniz. Daha sonra, Akdeniz’de ciddi değişimler görülmeye başlanır. Bu değişimler zamanla okyanuslara da yansır.

Günümüze, müsilaj meselesine gelirsek…

Bu münferit bir olay değil, bir zincir, bir sonuç. Bundan sonra da böyle anomaliler göreceğiz. Marmara Denizi 1989 yılında öldü. Gördüğümüz, bir cesedin çürümesidir. Müsilajı kavrayabilmek için bu olgunun tarihine bakmalıyız.

Müsilaj Marmara’da ilk kez hangi tarihte görülüyor?

Marmara Denizi tarihinde ilk defa 2007’nin Eylül ayında müsilaj agregat görülüyor. Marmara Denizi’nin tür çeşitliliği vahim bir darbe yedi, içi boşaldı, dolayısıyla türler arasındaki rekabet ortadan kalktı. Esas sorun Marmara’da kirlenmeden ötürü tür çeşitliliğinin azalması ve kirliliğe dayanabilen türlerin fert adetlerindeki patlamalar şeklindeki artıştır. Bugün müsilaj agregatı yapan bir fitoplankton oldu, ama başka bir şey de olabilirdi. Ortamı orda yaşayanlar bakımından boşalttığınızda veya yaşayan türleri seyrelttiğinizde, rekabet şartları da değişir. Yeni ortama dayanabilen canlı, en avantajlı duruma geçer ve büyük miktarlarda ürer, çoğalır. Yakın bir tarihte, Kadıköy sahilinde kırmızı algler karaya vurdu. O bölgede o kadar fazla kırmızı alg olmaması gerekir. Kırmızı alglerin etrafındaki türler azaldığı için, baskın hale gelmiş ve çoğalmışlardı. Bunun nedeni ne küresel ısınma ne de nitrat, fosfat gibi tuzların artışı. Tabii ki bunlar da etmendir, ama ikincildir. Sebep olarak nitelememiz yanlış olur. Tek ve gerçek sebep, tür çeşitliliğindeki azalışa bağlı olarak, mevcut türlerin fert adetlerindeki artıştır.

Bostancı İskelesi, İstanbul (Fotoğraf: Yunus Emre Günaydın)
2007’de görülen müsilaj da bugünkü kadar geniş bir alana yayılmış mıydı?

2007’deki müsilaj oluşumu da çok büyük boyutlardaydı. Adalar’dan Çanakkale Boğazı’na kadar bir alanda ciddi etki etmişti. 2007’de salyaya neden olan plankton farklı bir tür, ancak bugünkünün akrabasıydı. Bugün ortaya çıkan müsilajın hacminin tam olarak hesaplanabilmesi için biraz zaman geçmesi gerekli. Ama 2007’dekinden daha yaygın olduğu görülüyor. Ocak ayından bu yana çalışmalarımız devam ediyor. Müsilajın bıraktığı hasarla ilgili kesin sonuçlara tahminim ağustos ayı gibi varabiliriz.

Müsilaj nedir?

Bir tarifle anlatmak gerekirse, oklava şeklinde bir tavuk yumurtası düşünün, bilimsel ismi Proboscia alata olan plankton, kısa sürede anormal artış gösteriyor. Daha sonra patlıyor. Patlama derken bomba patlaması değil, çiçeklenme, tomurcuk patlaması. Ölüp kırılıyor. Kırılınca hücre içi sıvısı ortama yayılıyor. Tıpkı yumurtanın beyazını su dolu bir bardağa dökmek gibi… Müsilaj kökenlendiği canlıya bağlı olarak genelde üst su kütlelerinde oluşur. Denizin çalkalanmasıyla içinde hava kabarcıklarını hapsederse suyun yüzeyine çıkar. Askıda katı madde dediğimiz denizin içindeki partikülleri hapsederse ağırlaşıp çöker. Yani, içine katı maddeyi hapsederse batıyor, yoğunluğu azalırsa yüzüyor. İncelemelerimizden gördüğümüz kadarıyla, müsilaj esas olarak ara yüzey dediğimiz alanda birikmiş vaziyette. Dalgıçlar beş-on metrelik derinliklerde gözlemleyebiliyor. Ama, büyük miktarlarda çökmüş müsilaj alt su kütlesinde, yani 50-100 metre derinliklerde de görülüyor.

Ses dalgalarıyla derinliği ölçen aletler Marmara’nın büyük bir bölümünde altınızdaki derinlik bin metre de olsa 25 metre gösteriyor! Çünkü çok büyük bir müsilaj yoğunlaşması var. Bin metreyi aşkın derinliklerden, çukurlardan, su numuneleri alıyoruz. O derinliklerde de müsilaj var.

Deniz tabanına müsilajın etkisi oluyor mu?

Marmara Denizi’nin tabanına ses dalgası yollayarak derinliği ölçtüğümüz cihazlarımız var. Ses dalgalarıyla derinliği ölçen aletler Marmara Denizi’nin büyük bir bölümünde derinliği 25 metre gösteriyor. Altınızdaki derinlik bin metre de olsa alet 25 metre gösteriyor! Çünkü çok büyük bir müsilaj yoğunlaşması var. Ses dalgaları çarpıp geri dönüyor. Tam derinliği ölçmenin imkânı yok. Bin metreyi aşkın derinliklerden, çukurlardan, su numuneleri alıyoruz. O derinliklerde de müsilaj var. An itibarıyla interface dediğimiz ara yüzeyde büyük bir birikim gözlense de, Marmara Denizi’nin tüm su kolonunda müsilaj agregat mevcut.

Müsilaj denizin farklı katmanlarında yaşayan canlıları nasıl etkiliyor?

Müsilaj agregat çok yapışkan, bulaşkan bir yapıya sahip. Balık yumurtalarının büyük çoğunluğu denizin yüzeyindedir. Yumurtanın içinde yağ damlacığı vardır ve yüzerler. Yüzeydeki yumurtalar müsilajın içinde hapsoluyor ve yaşama şansları kalmıyor. Larvalar için de aynı şey söz konusu. Müsilaj ortamdaki hayvansal besini, yani zooplanktonu içine hapseder. Müsilaj zamanla, hareket edemeyen (sesil) midye, istiridye, tunikatlar gibi canlıların üzerine de çöker. Deniz çayırlarını örter ve ışıkla temaslarını keser. Bu canlıların beslenmesini ve solunumlarını etkiler. Böylece tür çeşitliliği daha da azalır.

Şu anda çoğalan türler hangileri?

Müsilajın olduğu ortamda rahat eden mikroskobik bir canlı var. O da başka bir bela. Müsilajı seven bir haplofit. Bu şimdilerde müsilaj agregat oluşumuyla eş zamanlı olarak çoğalıyor, ancak çoğalma henüz etkili olacak boyutlarda değil. Tahminim, ki umarım yanılırım, bundan sonra bu türün yaratacağı müsilajla ve çok büyük köpüklenmelerle uğraşacağız. İki-üç insan boyu köpüklerle karşılaşma ihtimalimiz var. Korkarım henüz etkileriyle tanışmadığımız bilimsel ismi Phaeocystis globosa olan bu plankton ileride baskın bir hale gelecek ve başımıza yeni belalar açacak.